28 Ocak 2013 Pazartesi

Türkiye çocuk edebiyatında vasatlık


Çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatında döne döne işlenen bazı konuların varlığı dikkat çekiyor: Okula başlamak, aileye yeni bir üyenin katılması/kardeş kıskançlığı, doğa ve hayvan sevgisi /çevrecilik, ilk ergenlik sıkıntıları, dostluk ve dayanışma, tarihsel eser kaçakçılığı… Liste uzatılabilir.
Bazı konuların genel ya da dönemsel olarak çocuk ve gençlik edebiyatında görece sık yer bulması ülkemize özgü değil. Tıpkı, aynı konuların farklı yazarlar tarafından yeniden ve yeniden işlenmesi çocuk ve gençlik edebiyatına özgü olmadığı gibi. Yetişkin edebiyatı bunun sayısız örnekleriyle dolu.  Dahası aşk romanı, kadın romanı, göçmen edebiyatı gibi bazı edebiyat “türleri” basbayağı konu bütünlüğüne/benzerliğine dayanıyor. Ki buna genç yetişkin edebiyatı da dahil edilebilir, hatta edilmeli.
Neden mi? Çünkü genç yetişkin edebiyatı aslında tematik bir tanımlama. Nasıl kadın romanında kahraman çoğunlukla kadınsa, genç yetişkin romanının kahramanı da yaşça gençtir. Nasıl göçmen edebiyatı daha çok göçmenlerin hayatını, sorunlarını konu ediyorsa, genç yetişkin edebiyatı da daha çok yaşça genç olanların ilgi alanına giren temaları işliyor.
Buraya kadar çocuk ve gençlik edebiyatı da pek farklı görünmüyor: Kahramanlar çoğunlukla çocuk ya da gençlerden oluşuyor ve çocuk ya da gençlerin yaşamını dolaylı/dolaysız etkileyen konular işleniyor.
Peki, bu benzerliklere bakarak çocuk ve gençlik edebiyatının tıpkı genç yetişkin ya da kadın edebiyatı gibi konu bütünlüğüne/benzerliğine dayandığını söyleyebilir miyiz? Çocuk edebiyatının tarihsel gelişimi ve bilimsel temelleriyle ilgilenenler, bu alandaki akademik literatürü takip edenler bu soruya “elbette, hayır!” diye yanıt verecektir.
“Hayır” yanıtına bir itirazımız yok.” Elbette” kısmının gerçek bir bilince denk geldiğine ilişkin bazı tereddütlerimiz var ama. Çünkü Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının reel durumuna (o reel durumu oluşturan güncel örneklerine) baktığımızda, teoride “elbette hayır!” diyenlerin pratikte “eh n’apalım, evet!”i uyguladıklarını görüyoruz.
“Eh, n’apalım, evet!” tutumunun somut görüngülerine ve onun eleştirisine yazımızın ilerleyen aşamalarında geleceğiz. Ama ondan önce -eleştirimizin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için-  teoride kabul edilen “çocuk ve gençlik edebiyatı tanımı tematik ayrımlara dayanmaz” saptamasını biraz açmak istiyoruz.
Yöntem olarak, gerçekten konu bütünlüğü/benzerliği üzerinde yükselen kadın, göçmen ya da genç yekişkin edebiyatını çocuk ve gençlik edebiyatıyla karşılaştıracağız.
Göçmen edebiyatından başlayalım. Göçmen edebiyatı, daha çok göçmenleri ya da göçmenlerle/göçmen sorunuyla temas edenleri ilgilendirdiği var sayılan edebiyat eserlerinin toplandığı bir konu başlığı.(Bazen de göçmen yazarların yazdığı kitaplar bu gruba dahil ediliyor). Türkiye’nin aksine Avrupa’nın köklü bir göçmen ‘sorunu’ ve buna paralel olarak da güçlü bir göçmen edebiyatı var.
Örneği somutlaştırmak için Avrupa’da yaşayan bir göçmen ve edebiyat okuru olduğunuzu düşünün. Göçmen edebiyatı doğal olarak ilginizi çekebilir. Hatta kitap seçerken göçmen edebiyatına öncelik verebilirsiniz. Ama tersi de mümkün. Üstelik tersi durumun (yani bir göçmen olarak göçmen konulu kitaplarla ilgilenmemeniz ve onları okumamanız) edebiyat okurluğunuz üzerinde belirleyici bir etkisi yok. Bu, göçmen edebiyatı sınıfına dahil edilen nitelikli bir eserin size çok şey katabileceği gerçeğini yadsımıyor, ama bir göçmen olarak edebiyat okuru olmak için göçmen edebiyatı okumanız da gerekmiyor. Aynı durum kadın ya da genç yetişkin edebiyatı için de geçerli. Nasıl ki bir kadının edebiyat okurluğuna terfi edebilmesi için kadın edebiyatı basamağına ihtiyaç duymuyorsa, genç yetişkine de öyle bir basamak “ihtiyaç” adı altında dayatılamaz.
Tabii tüm bunlardan kadın, göçmen ya da genç yetişkin edebiyatının temelsiz, fonksiyonsuz eserlerden oluştuğu sonucu çıkarılmamalı. Her şeyden önce bu konu başlıkları altında toplanan edebiyatın içinden, edebi nitelikleri bakımından başka başka konular işleyen edebiyat eserleriyle rahatlıkla yarışabilecek bir dizi kitap çıkıyor. İkincisi, bu kitaplar çeşitli sosyal sorunlarla ilgili toplumsal duyarlılığa katkı sunuyor.
Bu noktada çocuk edebiyatıyla yine bir paralellik kurabiliriz. Çocuk edebiyatı hem toplumun çocuğu nasıl gördüğünü, konumlandırdığını yansıtan bir ayna gibidir, hem de çocuğu ve onun toplumsal gerçekliğini daha iyi anlamamızı, ihtiyaç ve hakları konusunda farkındalık geliştirmemizi sağlıyor.
Ama şimdi yetişkin okur konumumuzdan bir an için sıyrılalım ve çocuk olduğumuzu düşünelim. Çocuk olarak edebiyat dünyasına girmemize olanak sağlayan tek kapı çocuk ve gençlik kitapları. Edebiyat okurluğu açısından bir kadının yalnızca kadın romanları, genç bir yetişkinin yalnızca genç yetişkin romanları okuması  dıştan bakıldığında “yoksulluk”,  içten bakıldığında “özgür bir seçim/tercih” iken bir çocuğun yalnızca çocuk kitapları okuması verili durumun kendisi, üstelik de kaçınılmazdır.
Peki, çocuğu çocuk edebiyatına mahkûm eden olgu nedir?  Yetişkin kitaplarında işlenen konular mı? Edebiyata giren aşk, şiddet, cinsellik, ihanet, karmaşık aile ilişkileri, yalnızlık gibi temel meseleler ya da sıradan insanlık hallerinin bin bir yüzü mü? Yok, canım! Sonuçta, kadın, erkek, göçmen, genç yetişkin, çocuk… hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Evet ,“tipik kadın konuları” gibi “tipik çocuk konuları” diye tanımlanan bazı konular var. Ama ne kadınların ne çocukların dünyası bu tipik konularla sınırlı, kimi zaman bu konular/sorunlar dünyalarına bile girmiyor. Zaten çocukların kadınlardan/ göçmenlerden/ genç yetişkinlerden farklı olarak dünyalarına girsin girmesin, her türlü meseleyi işleyen yetişkin kitapları oku(ya)mamalarının nedeni konularda değil işleyişte düğümleniyor. 
Eh, zaten “elbette hayır!” yanıtını verenler bunu biliyor. Zaman zaman aralarından, çocuk kitaplarına daha çok konunun girmesi gerektiğine dair sesler de yükseliyor. Doksanlı yıllarda boşanma da olmalı çocuk kitaplarında, ilk aşk da … deniyordu. İki binli yıllarda buna ölüm, savaş, öteki gibi daha “zor” görünen konular da eklendi. Daha da ileri gidip, Hollanda’da eşcinsel evliliği işleyen çocuk kitapları var, bizde niye olmasın diyenler de çıkıyor. Tıpkı, çocuklarımızı ithal konularla mı büyüteceğiz, ülkemizde konu mu bitti, diyenler çıktığı gibi.
Ortak olan nokta çocuk ve gençlik edebiyatının genelde konu eksenli tartışılması.  Süren sansür skandalında ayyuka çıkan “şu kitapta cinsellik var, müstehcen”, “şu romanda şiddet ve küfür var, uygunsuz” türü yaklaşımları tartışmamızın dışına bırakıp, kendimize bakalım. “Edebiyatta önemli olan konu değil, işleyiştir,” cümlesi gelinen yerde orta okul müfredatında  bile yer bulurken, neden çocuk ve gençlik edebiyatı söz konusu olduğunda sürekli konuyu tartışıyor ve asıl önemli noktayı, yani işleyişi es geçiyoruz? Hem de çocuk ile yetişkin edebiyatı esas olarak işleyişte ayrılıyorken?
Avrupa çocuk ve gençlik edebiyatının gözümüze zengin, özgün ve farklı görünmesinde konu çeşitliliğinin de payı var kuşkusuz. Andreas Steinhöfel’in yazıp Tudem’in yayın programına aldığı (ve sabırsızlıkla kitapçılara çıkmasını beklediğimiz) Rico, Oskar ve Derin Gölgeler adlı kitap konsomatris bir annenin zihinsel engelli çocuğu gözünden bir polisiye ve dostluk hikâyesi anlatıyor örneğin. Ama bu kitabı eşsiz ve olağanüstü kılan (2009’da uluslararası Alman Gençlik Edebiyatı ödülünü aldı) ne annenin konsomatrisliği, ne Rico’nun kendi deyimiyle “alt zekâlı” olması, ne de konu zenginliği. Bu kitabı benzersiz yapan özgün, yenilikçi ve yaratıcı anlatımı. Rico’nun kitaptaki rolü, sanılabileceğinin aksine zihinsel engellilere dönük farkındalık yaratmak falan değil. Yazar Rico aracıyla “engelliler de var”  mesajı verme kaygısı da gütmüyor. Okur Rico’nun bakış açısı üzerinden dünyaya ve onun karmaşık sorunlarına çok farklı, alışılmadık bir mantık üzerinden yaklaşma şansı buluyor. Yazar “alt zekâlı” Rico’nun karşısına üst zekâlı Oskar’ı çıkartırken, dostluğun her türlü farklılıklara rağmen mümkün olduğunu anlatıyor gibi görünüyor.  Oysa alt metinde aslında Rico’nun hayata bakışıyla Oscar’ın hayata bakışı çatışıyor. Rico, yerde bulduğu ve aklı başında kimsenin dönüp bakmayacağı bir büzgülü makarnanın kaynağını merak ettiği ve kendine yine aklı başında kimsenin kolay kolay sormayacağı aykırı sorular sorduğu için, hayal gücünün de yardımıyla karmaşık bir polisiye olayını çözerken; neredeyse her şeyi, her şeyden önce de her şeyin riskini bilen Oskar kendini hayattan bir kaskla korumaya çalışıyor. Kısacası bu kitapta derin bir felsefe, özgün bir hikâye ve yaratıcı, sanatsal bir anlatım buluşmuş, çocukların okuma ve hayat deneyimine uygun bir şekilde işlenmiş durumda.
Evet, çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayan yayınevlerine, özellikle de bunu belli bir iddiayla yapanlara baktığımızda, ya da Rico, Oskar ve Derin Gölgeleri Tudem’in genel yayın çizgisiyle karşılaştırdığımızda ilginç bir çelişki çıkıyor karşımıza.
Ne demeye çalıştığımızı daha iyi anlamak için Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son iki kitabı arka arkaya okuyun: Yerde Ağır Gökte Hafif/Zoran Drvenkar ve Gevrekçiii/Hacer Kılcıoğlu. Burada her iki kitabın eleştirisine uzun uzun giremeyeceğiz. Ama birincisindeki heyecan verici özgünlüğü (şişmanlık ya da farklı olma gibi son derece basit/bilindik bir fikre dayanıyor görünse de), edebi tadı ve konuyu işleyişteki sanatsal yaratıcılığı ikincisinde bulamadığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz.
Editöre bakıyoruz, aynı kişi. Kabul, ülkemizde çeviri eserlerin seçiminde çevirmenin rolü büyük. Ama nihayetinde son kararı editör/yayın kurulu veriyor. Öyleyse yayınevleri programlarını oluştururken Türkçe ve çeviri eserleri farklı kıstaslara göre mi değerlendiriyor? Yoksa sorun yazarda mı düğümleniyor? Avrupa’daki yazarlar daha mı başarılı, daha mı yetkin? Peki öyleyse, son dönemde dünyaya açılan, birçok farklı dile çevrilen çağdaş Türkiyeli yazarlarımız nasıl yetişiyor? Yetişkin edebiyatında iyiyiz, ama çocuk ve gençlik edebiyatında işi henüz kıvıramadık mı?
Kuşkusuz bu soruların hepsini sormalıyız. Ama tek başına hiçbirinin yanıtı tatminkâr değil.
Sorgulamaya devam edelim öyleyse. Yıllar önce Roald Dahl’ın unutulmaz Çikolata Fabrikası’nı yayınlamış bir yayınevi (evet, bildiniz Can Çocuk), yıllar sonra hâlâ “Yemekten sonra ellerimi yıkıyorum. Bir süre sonra meyvemi yiyorum. Kardeşime de annem yardım ediyor. Sonra ellerimi, yüzümü yıkıyorum, dişlerimi fırçalıyorum. Bademciklerim yine kızarmasın diye “gulu gulu” adaçayı gargarası yapıyorum. Annem ya da babam masalımı anlatıyor, uyuyorum” türü paragraflarla dolu çocuk kitapları yayınlamasına ne demeli? (İşin aslını isterseniz bu yazı aslında alıntıladığımız Şahsene Camız’ın Bücürük’le Büyücü Ablası adlı kitabın eleştirisi olacaktı, ama giriş niyetine yazılanlar çoktan bağımsız bir yazı karakteri kazandı, kitap eleştirisi de başka zamana kaldı …)
Belki de tıpkı “alt zekâlı” Rico gibi, olaya bambaşka bir açıdan bakmayı denemeli. Bizim yerde bulduğumuz makarnanın adı pazarlama olsun mesela. Öyle ya, edebiyattan değil pazarlamadan bakıldığında telif eserlerin birçok avantajı, birçok kolaylığı var. Özellikle de çocuk ve gençlik edebiyatında. Türkiyeli bir yazar annesi konsomatris, kendi zihinsel engelli bir çocuğun romanını yazdığında o kitabı okuma listesine sokmanız, özel okullarda sınıf bazında satmanız imkânsıza yakın. Aynı şeyi yabancı bir yazar yaptığında okuldaki öğretmeni bir biçimde ikna edebilirsiniz ama: Yurtdışında şöyle şöyle başarılar sağlamış, şu şu uluslararası ödülleri kazanmış, dünyaca tanınmış bilmem kim yazdı derseniz kitabın yolu açılır çoğunlukla.
Şimdi buna, yayınevlerinde çalışıp da kitap satmak için okulları arşınlayan, öğretmenlerle yüz yüze görüşen kurumsal müşteri temsilcileri “okullarda Türk yazarların eserlerini satmak daha kolay” savıyla karşı çıkacaktır mutlaka. Üstelik de haklılar. Evet, okullarda Türk yazarların kitaplarını satmak daha kolay. Eğer yazar tanınmış ve kanıtlanmışsa. Eğer yazar kimliğinin ötesinde öğretmen, gazeteci, belgeselci, kütüphaneci türü güven uyandıran bir “ek kimliği” varsa. Eğer konsomatris ya da var olmanın dayanılmaz hafifliği (Zoran Drvenkar’ın son çocuk kitabının Türkçede orijinal adıyla çıkmaması ne yazıktır…) falan gibi sakıncalı, riskli, öğretmenler ve veliler tarafından yanlış anlaşılabilecek konulara girmiyorsa. Eğer…
Eğerler çoğaltılabilir. Reelde çoğalıyor zaten. Ve çoğaldığı içindir ki Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı her yeni dönem birkaç yeni başlık eklenen (bu dün çevrecilik, yarın şiddet olabilir) tipik çocuk konularının ötesine taşmıyor, anlatım ve kurguda sanatsal yaratının tüm olanaklarından yararlanan bir yaratıcılık, özgünlük, yenilik sergileyemiyor. (Yanlış anlamaya eğilimli olanlara hatırlatmakta fayda var: Burada genel tablodan bahsediyoruz, tablodan ayrılan istisnalardan değil)
Hal böyleyken, yayınevlerinin daha doğrusu editörlerin ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatında heyecan verici, yeni genç seslerin çıkmamasından sık sık yakınması çelişki aslında. Öte yandan, yayınevlerinde yığılan dosyaların çoğunun orta yaşı geçkin emeklilere, çoğunlukla da öğretmen emeklilerine ait olduğu da bir gerçek.  Orta yaşı geçkin (öğretmen) emeklileri arasında heyecan verici kalemler çıkmaz demiyoruz. Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı bunun aksini kanıtlayan parlak örnekler barındırıyor. Ama Kitedit olarak biz de genç yazarların, yeteneklerin genel manzarayı belirlemesini, bu alana tazelik ve yenilik getirmesini özlemekten kendimizi alamıyoruz.
Hah, sonunda sorunun kaynağına ulaşabildik galiba: Çocuk edebiyatına gönül vermiş genç yazarlar! Editörler doğru söylüyor, yoklar işte, yoklar!
Keşke mesele bu kadar kolay olsa. Ama editörler (istisnalar elbette var) haksız yere yakınıyor. Birçok editör kolaycılığı seçiyor. Genç yazar yetiştirmek, sıradan çoğunluğun içinden gerçekten umut vaat edeni bulup çıkarmak, ona cesaret vermek, önünü ve ufkunu açmak, dosyasıyla uğraşmak zahmetli. Zahmet de önemli değil, adı sanı duyulmamış genç, hele de ilginç, cüretkâr bir sese yatırım yapmak riskli çocuk ve gençlik edebiyatında.
Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı pazarını belirleyen yayınevlerinde çalışan editörlerin bu riske girmekten çoğu kez sakındığını, giderek edebiyatçı gibi değil pazarlamacı gibi düşünmeye başladığını söylemek belki biraz ağır kaçacak. Ama bazen bazı şeyleri adıyla anmak kaçınılmaz.
Bu, ülkemiz çocuk ve gençlik edebiyatına kafa yoran, emek veren, her tarafından yaratıcılık ve özgünlük fışkıran genç yazarlar kaynıyor, editörler onların önünü kesiyor anlamına gelmiyor kuşkusuz. Öyle çocuk ve gençlik edebiyatı yazarları sahiden de yok denecek kadar az ya da gözle görünür şekilde ortaya çıkmıyorlar.
Ne var ki bu durum da yayınevlerinin gerçekliğinden, Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatının verili durumundan besleniyor. Diyelim ki gençsiniz, heyecanlısınız, yazar olmak istiyorsunuz, çocuk ve gençlik edebiyatına ilgi duyuyorsunuz ve … üç nokta yerine ve kitaba dönüşebilecek müthiş, çılgın bir fikriniz var, diye yazmaya yeltenecektik az daha.  Oysa büyük ihtimalle, çağdaş Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatını kıyıdan köşeden izliyorsanız (medya ve yayınevi yönlendirmesi yüzünden sapla sapanın karıştığı bugünkü ortamda kesinlikle yok saymadığımız, aksine çok önemsediğimiz nitelikli örneklerin, güçlü yazarların genel tabloyu ne yazık ki belirleyemediğini düşünüyoruz) o müthiş ve çılgın fikriniz oluşma imkânı bile bulamayacak. 2011’de, 2012’de hatta 2013’te bu alanın en saygın yayınevleri tarafından yayınlanan çocuk kitaplarının önemli bir kısmı hâlâ yemekten sonra ellerimi yıkıyorum, meyvemi yiyorum, masalımı dinliyorum minvalinde ilerlerken çocuklara konsomatris bir anneden, derin felsefi sorunlardan ya da gökyüzünde pelüş yarasalar gibi uçuşan şişkolardan bahsedebileceğiniz nereden aklınıza gelsin ki?!
Hadi geldi diyelim. Yabancı yazarlar üzerinden, ithal konular üzerinden geldi hem de. Bu ilham sizi kanatlandırabilir de, daha edebiyat veriminizin başında özgünlüğünüzü yaralayabilir de. Bir de bakmışsınız ki müthiş, çılgın fikriniz taklit, ikinci el bir ürüne dönüşmüş. Bir de bakmışsınız ki, bu ülke koşullarında yaşayan çocukların gerçekliğiyle hiçbir bağı olmayan ciks (sabun köpüğü ya da eğlencelik de diyebiliriz buna) bir dosya sahibi oldunuz. Üstelik içinizden bir ses bu dosyanın, hiçbir zaman sonuna kadar götüremediğiniz asıl özgün, çılgın, yaratıcı kitap fikrinizden daha fazla yayınlanma şansı olduğunu söylüyor…
Yalan mı?
Son soruya samimiyetle yanıt verdiğimizde sorunun kaynağının yazarda değil, yazarı ve kitabı seçen, yayın programını şekillendiren editörde, daha doğrusu editörü giderek pazarlamacı konumuna iten yayınevlerinin işleyişinde yattığını daha rahat görürüz.
Peki, benzer belki de daha ağır pazar koşullarında varlık gösteren Avrupa yayınevleri bu sorunu nasıl çözmüş? Aslına bakılırsa Avrupa’da çocuk ve gençlik edebiyatı yayınlayanların sorunu Türkiye’de aynı alanda faaliyet gösteren yayınevlerinin sorunuyla örtüşmüyor. Tamam, orada da editörler giderek daha çok pazar koşullarına teslim oluyorlar. Ama oradaki “müşteri” kitlesi tamamıyla farklı. Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatını hâlâ esasta okullara, demek oluyor ki öğretmenlere satmaya çalışıyoruz. Avrupa’daysa çocuk ve gençlik edebiyatının, sanatsal beğenisi görece gelişmiş, pedagojik kaygılardan az çok arınmış, “sivil” bir alıcı profili var.
Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı için sanatsal beğenisi gelişmiş, pedagojik kaygılardan arınmış, “sivil” bir alıcı profili yaratmak elbet tek başına yayınevlerinin omuzlarına bırakılabilecek bir yük değil. Ancak bu noktada yayınevlerinin okul endeksli satış politikalarını değiştirmek gibi büyük bir sorumluluğu var. Editörlere de iş düşüyor kuşkusuz. Edebiyata sahip çıkmalı, ilkeli davranmalı ve sırf güvenli (satış garantili) diye vasat, bıktırıcı denli sıradan eserler yayınlamaktan artık vazgeçmeliler. Ya da en azından satış garantili ama vasat eserler yayınlarken, bunları çocuk edebiyatının güzide örnekleri, edebiyat şaheserleri gibi yansıtma ölçüsüzlüğüne (ki alıcı kitle profilimizin sanatsal beğenisinin gelişmemesinin arkasında bu da var) gitmesinler. Gerçek edebiyat eleştirisine ön ayak olamıyorlarsa bile, hiç değilse engel olmaya kalkmasınlar.
Unutmasınlar ki, başka ülke editörlerinin vasatlar arasından bulup çıkardığı, yayına hazırladığı, son halini almış, ülkesinde başarı sağlamış, belki de ödül kazanarak kendini kanıtlamış eserlerin içinden ülkemiz için en “doğrusunu” seçmek editörlüğün yalnızca bir yönü. Üstelik daha önce de vurguladığımız gibi bu görevi birçok yayınevinde çevirmenler üstleniyor, en azından paylaşıyor. Yazar yetiştirmek, umut vaat eden bir dosyanın vaadini yerine getiren bir esere dönüşmesine zemin hazırlamak, geleceğe/genç yazarlara yatırım yaparken başarısız olmayı da göze almak… işte, çocuk ve gençlik edebiyatında söz sahibi editörlerin hatırlaması gereken görevlerden bazıları.
Evet, bu yazımızda editörlere çok yüklendiğimizin farkındayız. Ama onlar biraz riske girerse, biraz zahmete katlanırlarsa, çok daha büyük riskleri, zahmetleri göğüslemeye hazır genç kalemlerin müthiş ve çılgın fikirlerinin en özgün yaratımlarla çocuk ve gençlik edebiyatında boy göstermeye başlayacağından hiç kuşkumuz yok. Müzikte, çağdaş yetişkin edebiyatında, çizgi romanda, resimde, heykelde var oldukları kadar, bu alanda da var olacaklar. 
Konudan girdik, editörden çıktık, yazının ipini kaçırdık ama derdimizi de anlattık. Anlatamadıysak sorularınızı yanıtlamaya, eksik kaldıysak ya da yanlışa düştüysek farklı, benzer, zenginleştirici görüşlerinizi yayınlamaya hazırız.

10 Ocak 2013 Perşembe

Sansüre karşı birleşelim! Ya bu taşın altına elimizi koyacağız, ya bu taşın altında ezileceğiz!


Kitedit bambaşka bir yazıya hazırlanırken sansür skandalı patlak verdi. 
Önce Yunus Emre’nin Cennet cennet dedikleri adlı şiirinin bazı satırları Milli Eğitim Bakanlığı’nın Talim Terbiye Kurulu’na takıldı.  Ardından Kaygusuz Abdal’ın Nefes adlı şiirinin belli dizileri Milli Eğitim Bakanlığı’nın Yazarlar Kurulu’nun sansürüne uğradı. 2012’yi böyle kapattık derken 2013’ün ilk günlerinde, yine Milli Eğitim Bakanlığı’nın İl Müdürlükleri’nin bünyesinde bulunan Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonları’ndan biri John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı eserinin bazı bölümlerini sakıncalı ilan edip, eserin sansürlenmesini istedi. Aynı günlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir başka ilçe müdürlüğünün Şikayet Hattı’na ulaşan bir ihbar üzerine, José Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakalı adlı kitabı okutan öğretmene soruşturma açıldı.  Bunu Muallim Naci’nin Ömer’in Çocukluğu, Zeynep Cemali’nin Çılgın Babam ve Bilgin Adalı’nın Çatalhöyük-1/Dünyamızın İlk Şafağı adlı kitaplarını okutan eğitimcilerin de benzer uygulamalara maruz kaldığı haberleri izledi.
Edebiyat cephesi bu gelişmelere sessiz kalmadı. Türkiye Yayıncılar Birliği'yle birlikte, gerek Türk Kütüphanecileri Derneği (Genel Başkan Ali Fuat Kartal aracılığıyla), gerek yayıncı, yazar, çizer ve akademisyenlerden oluşan Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği edebiyatın eğitim sistemi tarafından denetlenip sansürlenmesine karşı tepkilerini birer basın duyurusuyla ortaya koydular. Özellikle sosyal medyada sansür uygulamalarını "anlaşılmaz", "komik", "iğrenç", "yanlış", "saçma" ve "kabul edilemez" bulan birey ve kurumların sesleri de yükseldi.
Öncelikle Kitedit olarak bu tepkiyi önemsediğimizi ve yukarıda sözü geçen açıklama metinlerinin altına imzamızı attığımızı vurgulamak istiyoruz. (*) Ne var ki önemsediğimiz bir şey daha var: Tepki “bu kadarla” sınırlı kalmamalı!
“Bu kadarla” ne kastettiğimize ve “bu kadarı”nın ötesinde neler önerdiğimize geçmeden önce sansür saldırısını nasıl değerlendirdiğimize açıklık getirelim. Bu saldırıya cahil, kötü niyetli, edebiyattan ve sanat-özgürlük diyalektiğinden anlamayan, kendini bilmez bir kısım yetkililerin tekil çıkışları ya da uygulamaları olarak bakmıyoruz. Aksine bütünsel, sistematik, ideolojik ve kendi içinde tutarlı bir devlet politikasının uzantılarıyla ya da diğer bir ifadeyle resmi sanat politikasının konjonktüre göre kimi zaman sivrileşebilen, kimi zaman alttan altta yürütülen uygulamalarıyla yüz yüzeyiz.
Fareler ve İnsanlar ya da Şeker Portakalı gibi tüm dünyaca kabul edilmiş edebiyat klasiklerinin bir takım bakanlık yetkilileri tarafından ‘sakıncalı’, ‘müstehcen’ ya da “Türk örf ve adetlerine aykırı” bulunması kötü elbette. Aynı yetkililerin çapsızlıklarının, cahilliklerinin ifadesi değerlendirmelere dayanarak görevlerini suistimal edip sansürcü uygulamalara başvurmaları ondan daha da kötü. Ama bunlara vurgu yaparken asıl kötüyü gözden kaçırmamak gerek. Asıl kötü olan Milli Eğitim Müdürlükleri’ne bağlı Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonları, Yazarlar Kurulu ya da Şikayet Hattı türü yapıların varlığı ve onların sansürü sistematik hale getiren işlevleridir.
Sonuçta şu ya da bu edebiyat eserini eğitim sistemi için uygunsuz bulan kendini bilmez yetkililer her zaman çıkacağı gibi, “kendini bilmez yetkili” argümanı aslında en çok edebiyata ve edebiyatçılara resmi sanat politikasına boyun eğdirmeye çalışanların işine gelmektedir. Tepkiler yükselince ilk sarıldıkları sav budur.
Edebiyata Milli Eğitim, demek oluyor ki devlet eliyle sansür getirilmesinin baş muhatapları olan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in, medyanın bu gündemle çalkalanması üzerine yaptıkları açıklamalar/savunmalar birçok açıdan öğretici:
 "Güzel bir söz var. Cahille bal yenmez, alimle taş taşı diye. Yunus Emre Anadolu’nun özünden gelen bir ariftir, erendir, bir felsefecidir. Bizim öz yüreğimizdir. Ben Yunus’a itikaden kendimi çok bağlı hissederim. Yunus konusu gelince beni zapt etmek biraz zordur. Kimse Yunus Emre’ye herhangi bir kısıtlama getiremez. O ne söyleyeceğini bilmiştir ve güzel söylemiştir. Onu kısıtlamaya kalkmak densizliktir. Haddini bilmezliktir. Onu da millet bir kenara koyar zaten. Fareler ve İnsanlar’ı bugün ben de duydum. Bunlarla uğraşmak bana çok doğru gelmedi.” (Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay)
 “Vatandaşların şikâyetleri var ki bunu önleyemeyiz. Önlenmesi de doğru değil. Şikâyetlere ilişkin karar ön incelemeden sonra veriliyor.  Şeker Portakalı ile ilgili okul yöneticisi sadece kitabı tavsiye eden öğretmenden konuyla ilgili şikâyet hakkında bilgi edinmiştir. Bu çok tabii bir hak, ondan sonra hiçbir şey yapılmamıştır. Fareler ve İnsanlar’la ilgili ise il müdürü kendisine gelen şikâyeti bize ulaştırmıştır. Biz de bunun üzerine herhangi bir işlem yapmadık. Çünkü her iki kitap da bizim tavsiyelerimiz arasında yer alıyor.'” (Milli Eğitim Bakanı, Ömer Dinçer)
Bu açıklamaları şu şekilde okumak mümkün:  Karşımızda edebiyat yapıtlarını ve sahiplerini savunan ve bu eserleri kısıtlamaya kalkanları cahillikle, haddini bilmezlikle, densizlikle suçlayan “duyarlı” bir Kültür Bakanı ve sansür suçlamalarının asılsız olduğunu ileri süren ve bunu herhangi bir işlem yapılmamış olmasıyla destekleyen “haksızlığa uğramış” bir Milli Eğitim Bakanı var.
Aramızdan bundan hareketle “vah, ne kadar da masumlar” diyecek kadar saf ve iyi niyetliler çıkar mı, bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey bu açıklamaların başka türlü de okunabileceği: Karşımızda suçu densizin tekine havale eden, faturayı günah keçisine kesmekle görev savan, dahası bu tür sorunlarla uğraşmayı doğru bulmayan, sorumsuz bir Kültür Bakanı ve edebiyatın ihbar/şikâyet edilmesini ve bu ihbarların/şikayetlerin değerlendirilmeye alınmasını açık açık savunmaktan geri durmayan, bunu doğal bir hak sayan sansürcü bir Milli Eğitim Bakanı var. 
Evet, devletin özünde ne demek istediğini anlamak ve bunun bütünsel bir politikanın (saldırının) taktiksel ifadeleri olduğunu görmek o kadar da zor değil. Yoksa, ‘bakın tepki gösterdik, sesimizi duyurduk, yetkililer de açıklamalar yapmak, geri adım atmak zorunda kaldı’ diye mi düşünüyorsunuz?
Aslında böyle düşünmekle tamamıyla haksız sayılmazsınız. Çünkü bu açıklamaların ve ortamı yumuşatma çabalarının arkasında kısmen gerçekten de edebiyat cephesinden yükselen tepkiler var. Ama bunu kabul ettiğimizde, açıklamaların niteliğinin tepkilerin niteliğinden güç aldığını da kabul etmemiz gerekiyor.
Tepkilere bir bütün olarak bakıp öne çıkan vurguları hatırlayalım:
Milli Eğitim’in 100 temel eser listesinde yer alan edebiyat yapıtlarının sansürlenmeye çalışılması çelişkidir, densizliktir.
Değeri dünyaca kabul edilmiş edebiyat eserlerini sakıncalı ya da müstehcen bulmak cahilliktir.
Tarih sansür edenleri değil, değer taşıyan edebiyat metinlerini haklı çıkarmıştır.
Edebiyat her türlü baskı ve sansüre karşın devam edecektir, söz ve yazın asla engellenemez.
Edebiyatın denetlenmesi, sınırlandırılması anlaşılamaz, tanımlanamaz bir durumdur.
Bunu kabul edilemez buluyor ve bu anlayışların “kendini gözden geçirmesi, edebiyatı gerçek anlamıyla anlamaya çalışması, ahlakçı değil ahlaklı olunması”nı diliyoruz.
İşte, tam da bu noktada vurguların çoğuna aynen katılmak, altına çekinmeden imzamızı atmakla birlikte, onları bu haliyle son derece duygusal ve etkisiz bulduğumuza gelebiliriz. Aynı şekilde, yukarıda özetlediğimiz çerçeveyi aşan ve Türk Kütüphaneciler Derneği Başkanı’nın basın duyurusunda yer alan bazı somut taleplerini (Milli Eğitim Bakanı Sayın Ömer Dinçer’in İllerin İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’na açıklama getirmesi gibi) önemsemekle birlikte, politik bir duruş ve yaptırım gücüyle birleşmedikleri sürece yetersiz kalacaklarını düşündüğümüzü belirtelim.
Çünkü zaman duygusal çıkışların, bazı genel geçer doğru ve değerleri hatırlatma zamanı değil. Gelinen aşamada temel dileklerimizi, temennilerimizi, edebiyata ve sanata olan inancımızı, özetle iyi niyetimizi ifade etmenin fazlaca bir anlamı yok. En azından zamanımızı bunlarla çarçur edip, elimizden geleni yapmış olmanın iç rahatlığıyla arkamıza yaslanamayız.
Edebiyatın Milli Eğitim aracığıyla denetlenme, sınırlandırma girişimleri görevini kötüye kullanan bir takım densizlerin işi değil, tam da görevi bu olan Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Yazarlar Kurulu, Şikayet Hattı türü kurumların işidir. Tepki doğrudan buraya yöneltilmeli, bir yandan bu kurumların sansürcü yüzünü teşhir ederken, bir yandan da devletten (Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’ndan) bu kurumları derhal lağvetmesini talep etmeliyiz. Talep etmek de yetmez, taleplerimizin duyulmasını, ciddiye alınmasını sağlama potansiyeli olan yaptırımlar ortaya koymalıyız.
İyi de nasıl? Aslında çok açık. Devlet gücünü arkasına alan politik, sistematik bir saldırıyı göğüslemek, geriletmek ve püskürtmek politik bir duruş, politik tutarlılık ve kararlı bir politikada birleşmeden doğan bir güç gerektirir. Bu politikanın adı sağcılık, solculuk, liberalizm vs. değil sanatın/edebiyatın özgürlüğü ve bağımsızlığıdır. Edebiyatın (politik) gücü burada, yani özgürlüğünde ve bağımsızlığında düğümlenmektedir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz. En demokratik devletin bile resmi bir sanat politikası vardır. Sanatçının en fazla ihtiyaç duyduğu şey ise özgürlüktür. Sanatçı devletten ne kadar bağımsızsa özgürlüğü de o kadar teminat altındadır.
Sanatçı için özgürlük temel politikadır, kendini özgür ve bağımsız hissettiği zamanlarda devlet desteği alması ya da devletin sağladığı bazı olanaklardan faydalanması (tartışılabilir ama anlaşılabilir) taktik bir tutumdur. Ne var ki sanatçının temel politikası hiçbir zaman değişmezken, taktikler döneme ve koşullara göre farklılık gösterir. Dönemsel olarak doğru taktikleri belirlemek biraz da karşı gücün (edebiyatı denetlemeye çalışan devletin) taktiklerini doğru çözümlemeye bağlıdır.
Edebiyatı denetlemeye çalışan devlet bugün havuç ve sopa politikası izliyor. Sopaya (sansürcü uygulamalara) karşı çıkarken, havuçları (yazarlar okulda projesi, yayınevi ve yazarların uluslararası fuarlara devlet desteğiyle götürülmesi v.b.) gerektiğinde elimizin tersiyle itebileceğimizin, buna her an hazır olduğumuzun mesajını da net bir şekilde verebilmeliyiz.
Yanlış anlaşılmasın diye tekrar vurguluyoruz, sanatçının kendini özgür ve bağımsız hissettiğinde bu tür olanaklardan yararlanmasına tümden karşı değiliz. Ama özgürlüğün ve bağımsızlığın tehdit altında olduğu durumlarda taktiklerde de değişikliklere gitmeliyiz.
Neden mi? Yalnızca ilkeli ve tutarlı olmak adına değil. Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla edebiyata sınır getirmeye çalışan devlete geri adım attırmak için.  Bu doğrultuda yaptırımcı bir güç ortaya koymak için.
Ne demek istediğimizi somut örneklerle açıklayalım:
Milli Eğitim Bakanlığı’nın geçtiğimiz eğitim döneminde 39 ilçede 78 yazarla 98 bin 750 öğrenciyi buluşturan “Yazarlar Okulda” projesi edebiyat dünyasının büyük çoğunluğu tarafından olumlu karşılandı. Yazarlar projeye gönüllü katıldılar ve kura yoluyla çeşitli ilçelerdeki devlet okullarıyla eşleştirildiler. Seçilen yazarların arasında yer alan Aslı Tohumcu’ya ait Abis adlı öykü kitabının okullardan toplatılması ve yazarın maruz kaldığı çirkin saldırılar dahi projeye kayda değer bir gölge düşüremedi. (Sayın Tohumcu bile projeyi ‘bu tatsızlık’tan mümkün olduğunca ayrı tutmaya çalıştığını ifade etmişti.)
Bazı çekincelerimizi saklı tutmak kaydıyla projenin edebiyat dünyasına ve okuma kültürüne faydalı yanlarının olduğunu biz de kabul ediyoruz. Ama bu proje aynı zamanda Milli Eğitimin bir prestij projesidir ve devlet bu ve benzeri projelerle ulusal ve uluslararası kamuoyuna edebiyata hak ettiği değeri verdiği, onu elinden geldiğince desteklediği imajını vermeye çalışmaktadır.
Edebiyat cephesi olarak Milli Eğitim’in sansürcü uygulamalarını kabul edilemez bulduğumuzu açıklamak bir şeydir. Milli Eğitim bünyesinde yer alan Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Yazarlar Kurulu, Şikayet Hattı türü kurumlara devletin bu konudaki en yetkili kademeleri tarafından açıklık getirilene, bu kurumlar lağvedilene ya da edebiyatı denetlemek, edebiyat eserlerine sınır getirmek türü yetkilerinin olmadığının teminatı verilene dek Yazarlar Okulda projesine katılmıyoruz ya da Yazarlar Okulda projesine katılan yazarlar olarak kendi kitaplarımızdan değil, sansüre ve soruşturmaya uğrayan eserlerden okumalar yapacağız demek başka bir şeydir. Birincisine göre ikinci ve üçüncü tutumların çok daha fazla yaptırım gücüne sahip olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Aynı şey ulusal ve özellikle de uluslararası kitap fuarları için geçerlidir. Sınırlı maddi koşullara sahip olan yayınevi ve yazarlarının buralara katılmak için devlet desteği almaları, hatta bunu bir hak olarak talep etmeleri olağan koşullarda son derece anlaşılır ve doğal bir tutumdur. Ancak yeri geldiğinde, koşullar zorladığında bu desteği red etmek, bu haktan feragat etmek ve bunu devletin giderek ağırlaşan sansürcü politikalarıyla gerekçelendirerek ulusal ve uluslararası edebiyat/yazın platformlarına açıklamak (bunu şikayet etmek olarak da okuyabiliriz) da o derece anlaşılır ve hatta gereklidir.  Üstelik böylesi bir taktik tutumun yaptırım gücü de fazladır.
Örnekler çoğaltılabilir ve bizzat yazarlar, yayınevleri, edebiyat ve yazın dünyasında yer alan kişi, kurumlar ve sivil toplum kuruluşları tarafından devletin sansür politikasına karşı çeşitlendirilmelidir.
Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin tarihin sansür edenleri değil, değer taşıyan edebiyat metinlerini haklı çıkardığı yönündeki saptaması kuşkusuz  bir doğruyu ifade etmektedir. Evet, bir zamanlar yakılan, toplatılan, kara çalınan, sansüre uğrayan edebiyat eserleri değerlerinden hiçbir şey yitirmemişlerdir. Evet, bugün onları sansürleyenlerin (en azından küçük uygulamacıların) adı bile anılmazken bu eserler yaşamaya devam etmiştir. Ancak bu tarihte edebiyat için kapkara dönemler yaşandığı ve bu kapkara dönemlerin toplumlara, onların tarihsel gelişimini etkileyecek denli büyük ve derin yaralar açtığı gerçeğini değiştirmiyor. Öyle dönemlerde nice yazar ülkelerini terk etmek, yer altına geçmek, şifreli yazmak, edebiyat hayatına son vermek zorunda kalmıştır. Niceleri de baskılara ve engellemelere dayanamamış, istemeye istemeye boyun eğmiş ya da bilinçli olarak güçlünün tarafına geçmiştir. Tarih sanatın/edebiyatın tümden susturulmasının asla mümkün olmadığını gösterdiği gibi, pekâlâ sesinin kesilebileceğinin, sindirilebileceğininin, ehlileştirilebileceğinin ve bağımsız-özgür kimliğini kaybedebileceğinin örnekleriyle doludur.
Edebiyat cephesi olarak bu gerçeği çıplak bir gözle görmek ve benzer bir döneme yaklaştığımızı düşündüren tüm işaretleri ciddiyetle değerlendirmek, tepki ve tutumlarımızı bu sorumluluk ve bilinçle geliştirmek zorundayız.
Bu noktada, sanatçının temel politikasının özgürlük ve bağımsızlık olduğunu bir kez daha vurgulama gereği duyuyor ve edebiyat devletten ve onun Milli Eğitim gibi temel kurumlarından ne kadar bağımsızsa özgürlüğü de o kadar teminat altındadır gerçeğinden hareketle,  “Çocuk Kitaplarında Dinsel Gericilik ya da Buzdolabı Satmakla Çocuk Kitabı Yayınlamak Arasındaki Fark Üzerine” başlıklı yazımızda başka bir bağlamda yaptığımız ‘kendimize dönüp bakma’  çağrısını yinelemek istiyoruz. 
Umudumuz, giderek artan baskı ve engellemelere karşı ilkesel, tutarlı ve güçlü bir politik tutum sergileyebilmek için bu çağrı altında topladığımız 5 maddenin edebiyat cephesi tarafından ciddiye alınıp tartışılması, geliştirilmesi ve etrafında özgür yazın taraftarları olarak birleşmemiz. Umudumuz, bir yazarımızın sosyal medyada ifade ettiği gibi hep beraber elimizi taşın altına sokmamız, hatta taşın altına yatmamız.
Çünkü ya o taşın altına gireceğiz ya o taşın altında ezileceğiz. Evet, edebiyat en karanlık dönemlerin ardından Anka kuşu misali küllerinden yeniden doğma gücüne sahip. Peki ya biz? Tarih sürece şahitlik edecek.

(*) Bu yazının yazarı Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin üyesi olmasına ve duyuruyu desteklemesine karşın birkaç gün boyunca internet dolayısıyla da mail grubundan uzak kaldığı için açıklamaya imza atma fırsatı bulamamıştır. Benzer nedenlerden dolayı açıklamada imzası bulunmayan başka üyeler de var. Zaten böylesi temel ve derneğin varlık gereği açıklamalar üyelerin imzalarıyla değil, tüm üyeleri bağlayacak şekilde dernek adına yapılması gerekir. 71 imzanın çok daha fazla üyesi bulunan bir dernek için amaçlandığının aksine bir güç ifadesinden ziyade bir zayıflık belirtisi olarak algılanabileceği de gözden kaçırılmamalıdır. 


3 Ocak 2013 Perşembe

Sansüre hayır!


Yarın artık medyada bizim kitaplarımızın ilanları yer almayacak, kimse kitaplarımıza övgüler dizmeye cesaret edemeyecek ve okullarda kitaplarımız artık tek bir listeye girebilecek: “Sakıncalı kitaplar listesi”
(Kitedit, Çocuk kitaplarında dinsel gericilik ya da buzdolabı satmakla çocuk kitabı yayınlamak arasındaki fark üzere... 10 Aralık 2012)


02.01.2013

Sayı: 2013 / 659 (002)

Konu: Basın Duyurusu

Sansürcü zihniyet yaygınlaşıyor...

Dünya Klasiklerinden Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” Kitabına “Sakıncalı” Damgası

2013’ün ilk haberlerinden biri “sansür talebi” oldu.

İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün bir “Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu” kurarak Dünya Klasiklerinden biri olan John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” romanını incelediği, romanı ahlaki açıdan “Sakıncalı” bulduğu ve sansürlenmesi talebiyle bakanlığa başvurulduğu belgeleriyle haber oldu. Komisyon, Steinbeck’in bu romanının hangi yayınevlerince yayımlandığını da araştırıyor ve yayınevlerinin kitaplarındaki sakıncalı bölümlerin sayfalarını da tek tek tespit ediyor. Bir rapor halinde “öğrencilerin eğitimine uygun olmayan bölümler” tespit edildiğini belirterek raporu ve ekli listeyi Milli Eğitim Bakanlığı Destek Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne arzediyor.

John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” romanı Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan liselerde okutulacak “100 Temel Eser Listesi”nde yer almaktadır. Onlarca yıldır tüm Dünyada okunan bu önemli klasik ülkemizde de en çok okunan, sevilen romanlardandır. Tek tek şehirlerde öğretmenlerin kurul oluşturup Dünya Klasiklerini ahlaki açıdan incelemelerini ve yasak ya da sansür talebinde bulunmaları sansürcü zihniyetin tüm ülke çapında yaygınlaştırılması, iller düzeyinde kitap yasaklamaları yapılması anlamına gelmektedir.

Lise öğrencileri birer genç yetişkin olarak okuyacakları kitapları kendileri seçecek niteliktedir. Steinbeck’in ne kadar önemli bir yazar olduğunun, “Fareler ve İnsanlar”ın edebi öneminin, nasıl bir konu işlediğinin, ne kadar önemli hayat dersleri verdiğinin bilincindedir.
  
İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü’nün kurul kurup “ahlaki açıdan” kitap incelettirmesi, sansür talebinde bulunması ülkemizde sansürcü zihniyetin ne boyutlara ulaştığının çarpıcı ama utanç verici bir örneğidir. Umarız son örnek olacaktır.

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in “Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu” türünden yasakçı, sansürcü komitelerin kurulmasını engellemesini, il milli eğitim müdürlerini, öğretmenleri Türkiye’nin başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere uluslararası birçok düşünce, ifade, vicdan ve din özgürlüğü ile hukukun üstünlüğü ilkesiyle ilgili sözleşmelerde imzası bulunan bir ülke olduğunu ve bu tür yasakçı, sansürcü girişimlere izin vermeyeceğini açıklamasını bekliyoruz.

Türkiye Yayıncılar Birliği