7 Ekim 2012 Pazar

ÇARPIK EV ya da güçlü bir anlatımla, yaratıcı bir kurguyla buluşamayan çarpıcı bir fikrin trajedisi


Doğan Egmont, 1. Baskı 2012
Radikal Kitap editörü Burcu Aktaş’ın ilk çocuk kitabı Çarpık Ev, Kitedit’in son dönemde incelediği eserlerden yalnızca biri ve belki de içlerinde en niteliklisi. Buna rağmen bu kitabı eleştiri konusu etmek, onun zayıf yanları üzerinde durmak istememiz kimilerine tuhaf gelebilir. Özellikle eleştirinin gerçek işlevlerini bilmeyenler, eleştiri kültürünü özümsememiş olanlar ve yergi ile karalamayı birbirine karıştıranlar tercihimizi anlamakta zorlanabilir.

Ama zaten amacımız da bu. Kalıplaşmış bazı anlayışları zorlamak, hatta kırmak istiyoruz. Çünkü yüzeysel kitap tanıtımlarının, temelsiz övgülerin, sakız gibi tekrarlanan reklam cümlelerinin, yaygın anlayışın aksine ‘değer vermek/değer görmek’ değil, ‘ciddiye almamak/ciddiye alınmamak’ olduğunu  düşünüyoruz ve bu tutumun edebiyata, ama özellikle (ciddiye alınmama sorununu henüz tüm kapsamıyla aşamamış olan) çocuk ve gençlik edebiyatına zarar verdiği fikrinde birleşiyoruz.
Kısacası Çarpık Ev’i, tam da bu kitabı ciddiye aldığımız, önemsediğimiz için eleştiriyoruz.  Her şeyden önce konu ettiği hikâye yok sayamayacağımız özgünlükte bir fikre dayanıyor.
 “Gündüzleri göğü delen apartmanların gölgesinde kalan, akşamları onların ışıklarıyla aydınlanan çarpık bir ev…”
Hayır, kitabın arka kapağından alıntıladığımız bu tanıtım cümlesi hikâyenin özgünlüğünü ortaya koymuyor.  Öyle ya, gerek uluslararası gerek Türkiye çocuk ve gençlik edebiyatı,  sırlarla dolu, esrarengiz eski evlerden geçilmiyor.
“Çarpık Ev’i gözetleyen çocuklar onun sırrını çözmeye çalışıyor, (…)”
Yok, arka kapak yazının devamı da ‘özgün fikir’ konusunda ipucu vermiyor. Bir grup çocuğun gizemli evin neler sakladığını öğrenmek için maceraya atılmaları fazlasıyla bildik ve sayısız kere işlenmiş bir konu.
Öyleyse, Çarpık Ev’i özgün yapan ne? Kitabın özgünlüğü, yukarda kaba çerçevesini çizdiğimiz hikâyenin aslında yüksek güvenlikli sitelere, beton yığınlarının arasına sıkıştırılan, bakıcılar tarafından kuşatılan, hep ve her şeyden korunan, gerçek hayattan soyutlanan, ama bir o kadar da yalnız ve donanımsız bırakılan orta ve üst sınıflara mensup çocukların dramını işlemesine dayanıyor. 
Burcu Aktaş, kitabının daha ilk sayfasında okurun dikkatini buraya, yani Türkiye’de genellikle büyük kentlerde yaşayan ve çoğunlukla ‘şanslı’ addedilen bu çocukların, aslında hiç de o kadar parlak olmayan ‘gerçekliğine’ çekiyor:  “Kimi çocuklar anne ve babalarıyla kahvaltı edip güne başlar, kimileriyse kahvaltı sofrasına bakıcılarıyla otururdu. Onlar sütlerinden iki yudum almışken, anneleri ya da babaları saatler sürecek bir toplantıya girmiş olurdu. Çocuklar okul formalarını giyip tüm hazırlıklarını tamamladıktan sonra bakıcılarıyla vedalaşır, asansöre binip alçalmaya başlarlardı. 33, 22, 31, 30 …” (s.1)
“Saksağan Sokak’ta yüksekte yaşayan çocuklar"ın hepsi tek çocuk ve komşu dairelerde ya da komşu apartmanlarda yaşamalarına rağmen aralarında güçlü bir arkadaşlık bağı yok. Birbirleriyle hiç oynamadıkları gibi, tanışıklıkları da aynı okul servisine binmenin ötesine geçmiyor.  Hepsinin yaşamı okul ve ev, daha doğrusu okul ve odaları arasında geçiyor. Odalarındaki pencereden bakıyorlar gerçek hayata.
Yok, aslında gerçek hayata değil bahçeli, eski eve bakıyorlar.  Orada olup bitenleri gözlemlemeye çalışıyorlar. Bahçeli evde birbirine sevgiyle bağlı babaanne Müzeyyen Hanım ve torunu Peyami’yi izlerken hiç bilmedikleri, hiç tanımadıkları bir yaşama şahit oluyorlar. Sohbet eden, oyunlar oynayan,  hayatın yükünü paylaşan, bitki ve hayvanlarla iç içe, yaşam dolu, farklı kuşaktan iki insan.
 “Gerçekten bakmazsan göremezsin!” diyor arka kapaktaki son cümle. Ama bu konuda kitap kahramanlarına haksızlık yapıyor. Çünkü çocuklar gerçekten bakmadıkları için değil, baktıkları gerçekliğe yabancı oldukları, onu özdeşleştiremedikleri için ‘göremiyorlar’.  Daha doğrusu gördüklerini (yine kendi gerçekliklerinden beslenen) hayal güçleriyle açıklamak zorunda kalıyorlar.
Üstelik Müzzeyen Hanım ile Peyami’nin hayatı yalnızca o çocukların gerçekliğine yabancı değil. Bir bütün olarak günümüz gerçekliğine yabancı. Zaten bahçeli, çarpık ev bu hikayede gerçekliği değil özlemi (özlem burada geçmişe dönük nostalji olarak okunabileceği gibi geleceğe dönük umut olarak da okunabilir) sembolize ediyor. 
En azından bizim yorumumuz böyle ve kitabın asıl gücünü buradan aldığı yönünde. Yok, hayır, düzeltme! Kitap asıl gücünü buradan alsaydı eleştirimiz büyük ölçüde boşa düşerdi. Bizim eleştirimizin temeli, kitap asıl gücünü bu özgün fikirden alabilecekken, kolaycı çözümlerle ilerletilen kurgusu, derinleşemeyen karakterleri ve dikey gettolarda yaşayan çocukların dramına dokunan ama onların içsel dünyasına gerçek bir kapı aralamayan yüzeysel anlatımı yüzünden bunu başaramamasına dayanıyor.
Ama adım adım gidelim. İlk olarak ‘kolaycı çözümlerle ilerletilen kurgu’ ile ne kastettiğimizi biraz açalım. Yazar özgün bir fikri (yalıtılmış, yalnızlaştırılmış, hayattan soyutlanmış çocuklar, çarpık evle başta anlamlandıramadıkları farklı bir yaşam biçimi keşfediyorlar, onlara dayatılmış sınırları, etraflarını kuşatan duvarları aştıkları ölçüdeyse hem bastırılan, içlerindeki gerçek çocuğu özgürlüğe kavuşturuyorlar, hem de hiç tanımadıkları o farklı yaşama yakınlaşıp, yeni bir gerçekliğe doğru adım atıyorlar) ile çok denenmiş, bilindik bir macera kitabı kurgusunu (esrarengiz bir evin sırrını çözmeye çalışan bir grup çocuk) birleştirmeye çalışmış. Haliyle de bazı güçlüklerle karşılaşmış. Birbirini çok az tanıyan, anne-baba, okul, bakıcı, apartman güvenlik görevlisi tarafından sürekli denetlenen kitap kahramanlarının tanışması, bir araya gelmesi, birlikte zaman geçirme olanağı bulması bile başlı başına birer sorun.
Kitabın başında, Melisa’nın, sabah okul servisinde sızan Batu’nun sayıklamalarından onunla aynı rüyayı gördüğünü keşfetmesi ve iki çocuğun “Acaba bizden başkaları da bu rüyaları görüyor mu?” (s.8) diye merak edip, diğer apartmanlardaki çocuklara bunu sormayı kararlaştırmaları belki müthiş inandırıcı değil, ama çocukların birbirleriyle temas kurmalarını sağlamak için yine de az-çok yaratıcı bir hamle sayılır. Ne yazık ki yazarın kurguyu ilerletmek için başvurduğu daha sonraki çözümlerin çoğu bunun epey gerisinde kalıyor, üstelik kendini tekrarlıyor:
“Ha, bu arada akşam nöbet tutan güvenlik görevlerini arayıp yarın sabah servise binmeyeceğinizi söyleyin. Tabii ki annenizin ya da babanızın sesini taklit ederek. Bu konuda çok başarılı olmak zorundasınız.” (s. 47, Batu’nun Çarpık Ev’in sırrını çözmeye çalışan diğer çocuklardan ikisi olan Elif Su ve Kuzgun’a yolladığı mektup)
“’Eve de etüt olduğunu söyleriz. Öğleden sonra bahçeli evi gözetleriz,’ dedi Kuzgun.(…)/ ‘Ne yapacaksın numaraları?’ diye sordu Batu./ ‘Arayıp iyiler mi diye sormayacağım herhalde. Müdür yardımcısı gibi arayacağım işte. Etüt olduğunu bildireceğim.’ (s.58-59)
On yaşlarındaki çocukların seslerini anne-babalarına benzeterek güvenlik görevlilerini,  müdür yardımcısına benzeterek anne-babalarını kandırmalarını inandırıcılıktan olduğu kadar yaratıcılıktan da uzak bulduğumuzu itraf edelim. Üstelik yazar bu telefon konuşmaların başarılı geçtiğini söylemekle yetinerek, iyice kolaya kaçıyor. Halbuki çocukların sorunun üstesinden nasıl geldiklerini biraz açsaydı (Ağızlarına çorap mı sokmuşlar? Boğazlarını üşüttükleri için seslerinin garip çıktığını mı söylemişler? Kendilerini neredeyse ele verecekken karşı tarafı şaşırtan zekice bir soru mu sormuşlar?), çocuk okurun gözünde renkli bir şekilde canlandırabileceği sahici sahneler (sahici sahnelerin gerçekçi olması şart değildir) yaratabilir, hikâyenin macera boyutuna heyecan katabilirdi.
Kısacası, birbirleriyle 3-5 dakikadan fazla konuşabilmek için binbir takla atmak zorunda kalan çocukların kuşatılmışlığı ne kadar çarpıcıysa, o çocukların buldukları yalanlar da o kadar yavan. Yoksa siz, iki farklı okula, iki farklı servisle giden arkadaşlarını kendi servisine aldırmak için şoföre, “İkisinin de servisi yolda bozulmuş. Okulları bizim gideceğimiz tarafta. Onları da bırakabilir miyiz?” (s.51) diyecek çocuk tanıyor musunuz?
Bizim bildiğimiz çocukların hayal güçleri daha kuvvetli. Bizim bildiğimiz çocuklar yeri geldiğinde iki servisi çarpıştıracak kadar cüretli, yeri geldiğinde de -mesela arkadaşlarının okulları yalnızca birkaç adımlık mesafedeyse- onların aynı okula gittiğini ileri sürecek denli ikna edici senaryolar/yalanlar üretmekte hiç zorlanmazlar.
Kaldı ki bunlar yalnızca ilk anda aklımıza gelen alternatifler. Üstünde durulsa elbette çok daha sağlam, hikâyeye çok daha iyi oturan çözümler bulunabilir(di).
Ama ilerleyip ikinci eleştiri noktamıza, derinleşmeyen karakterlere gelelim. Kitabın anakahramanları aşağı yukarı yaşıt, Batu, Melisa, Kuzgun ve Elif-Su adındaki bir grup çocuktan oluşuyor. Kuzgun saçına düşkün ve güzel resim yapıyor. Biraz kendini beğenmiş, ukala bir havası var. Melisa ürkek, korkularını aşmakta zorlanan bir kız. Batu ve Elif Su’nun belirgin bir özelliği yok. Maceranın motoru Batu olduğu için onun girişken bir tip olduğu yorumunda bulunabiliriz, belki. İşte, onların hakkında öğrendiklerimiz aşağı yukarı bunlarla sınırlı.
Öte yandan çocukların kuşatılmışlığını, aileleriyle olan iletişimsizliğini ve ‘zavallılığını’ vurgulayan kimi cümleler  de dikkatimizden kaçmış değil:
“Batular’ın evinde de durum farklı değildi. Bakıcısıyla akşam yemeğini yiyen Batu, annesiyle babasının çalışma odasında hararetle tartıştıklarını duyunca kulak kesildi. ‘Amerika’daki şirket bu konuda hiç esnek değil. Yeni bir iş alacağız diye…” (s. 60-61)
“Elif Su salonda, anne ve babasının karşısındaki koltukta oturuyordu. Yere değmeyen ayaklarını sallayıp, ‘Anladım. Daha kaç kere söyleyeceksiniz,’ dedi üzülerek. ‘İkincilik sana hiç yakışmıyor. Sınavlarda daha dikkatli olmalısın,’ dedi babası oturaklı bir sesle.” (s.61)
“Hediye olarak bir kitapla karşılayacağını sanan Kuzgun, paketi açtığında donup kaldı. Babasına bir şey belli etmemek için hemen kendini toparladı. ‘Beğendin mi bakalım? İngiltere’nin en iyi matematik kamplarından biridir. Okul tatile girer girmez annenle birlikte bir aylığına oraya gideceksin,’ dedi babası heyecanla.. (s. 61)
Yukardaki alıntıların esas sorunu, sayfa bilgisinden de anlaşılabileceği gibi, kurguya yedirilecekleri yere bir nevi alt alta sıralanmış, aynı bölüme sıkıştırılmış olmaları. Bize Alman mürebbiyelerini hatırlatan “Frau Tischbein” gibi araya serpiştirilmiş kimi dokundurmalar da anlaşılamadan kalıyor:
“’Hayır, Necmi Amca, Melisa gelmedi daha,’ dedi Batu telaşla. Servis şoförü, ‘Onu bakıcısı erken almış. Hastalanmış,’ deyince, Batu’nun gözünün önünde yüzlerce uçan balon patladı sanki. (…) (…) zili çaldı. Kapıyı Melisa’nın öğretmeni açtı. ‘Merhaba Frau Tischbein. Melisa’yı görebilir miyim?’ ‘Merhaba… Bir bakmam lazım. Uyuyorsa uyandıramam. Uyumuyorsa kendisine bir sorayım.’ ‘Peki, bekliyorum. Okulda öğretmen, evde öğretmen… Ufff…’ diyerek söylendi. ” (s.40, söylenen Batu)
Şimdi, Melisa’nın bakıcısı aynı zamanda öğretmen mi? Yoksa öğretmeni aynı zamanda bakıcısı mı? Adı neden yabancı? ‘Okulda öğretmen, evde öğretmen’ ile tam olarak ne denmek isteniyor? Çocuk okurun bu sorulara ilk okuyuşta doğru yanıtlar bulması güç. Dürüst olmamız gerekirse biz bile, Melisa’nın bakıcısının bir Alman mürebbiyesi olduğunu, ‘okulda öğretmen, evde öğretmen’ diyen Batu’nun da Melisa’nın hem evde hem okulda öğretmenler tarafından kuşatıldığını kast ettiğini, ancak ikinci okuyuşta çıkarabildik. Üstelik s.72’de bir kez daha Melisa’nın aklından geçtikten sonra (“Annemler evden çıktığında öğretmenim Frau Tischbein’a Batular’a gitmekten vazgeçtiğimi söylerim,”) Frau Tischbein’in kitap kurgusu içerisindeki rolü sona eriyor. Bakıcının ne öğretmeni olduğunu (Melisa’ya Almanca mı öğretiyor, müzik aleti çalmayı mı?) dahi öğrenemiyoruz.
Yazık. Çünkü buna açıklık getiren küçük bir sahne, kitabın konu ettiği çocuk gerçekliğinin okur tarafından canlı bir şekilde hayal edilebilmesini (sonuçta tüm okurlar Alman mürebbiyeleri ile büyümüyor, bunun ne anlama geldiğini bilmiyor) ve karakterlerle empati kurmasını kolaylaştırabilir, kitabın sahiciliğine hizmet edebilirdi.
Ne var ki yazar, çocuk okur ile karakterlerini yakınlaştırmak için başka bir yol seçmiş. Biz bu yola televizyon dizisi dünyasından tanıdığımız 'durum komedisi' adını vereceğiz:
“Melisa ve Batu aynı anda kağıda doğru hızla eğildiler. Kafaları birbirine çarpınca Melisa hemen isyan etti, (…)” (s.37)
“Resme gömüldüler. Masanın üzerinden bir şey alan babaannenin torununa doğru ilerlediğini ve ona yaklaşınca elindekini kaldırıp saplayacakmış gibi yaptığını gördüler. Bu kareyi gören Mesila’nın çığlık atarak masayı devirmesi bir oldu.” (s.38)
“Şükran Öğretmen’in kocaman gövdesinin altından, Melisa’nın sadece çırpı bacakları görünüyordu. Düşmenin etkisiyle sandviçin içindeki salatalık Şükran Öğretmen’in sol burun deliğine girmişti.” (s.38)
“Yerden apar topar kalkan Batu ve Elif Su, taş kesilen Mesila’yı kucaklayıp koşmaya başladılar. (…) Kedilerin ve köpeklerin arasından koşarak geçen Batu ve Elif su, Melisa’yı sedye gibi taşıyorlardı. “(s.89)
“(…)Bunu gören Batu ve Elif Su, şaşkınlıktan taşıdıkları Melisa’yı yere düşürdüler. Yere düşen Melisa şoktan çıkıp kendine gelmişti ki, yattığı yerden babaanne ve Peyami’yi görünce bayıldı.” (s.90)
“Köftesinden bir ısırık alan Peyami, “Yani Yalan Bizim İşimiz adlı radyo oyunu bugün bitecek,” dedi. Batu ağzındaki ayranı Melisa’nın yüzüne püskürttü.” (s.101)
Yukardaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere, kitap kahramanlarını okura sempatik göstermeye çalışan durumlar oldukça düz ve derinlikten de inandırıcılıktan da (On yaşındaki bir çocuk koca bir yemekhane masasını nasıl devirir? Baygın bir çocuk sedye gibi taşınabilir mi? İyi aile terbiyesi görmüş bir çocuk şaşkınlıktan ayranı ağzından püskürtürken son anda kafasını geri çekmez mi? ) yoksunlar.
Bir çocuk kitabında mizah öğelerinden bazılarının abartıya ve yüzeysel komikliklere dayanmasında eleştirilecek bir yan yok, aslında. Okura soluklanma olanağı tanıyan ve kitabı keyifle okumaya devam etmesini sağlayan bu tür sahneler güçlü bir kurgu ve anlatımla birleştiğinde, kendi derinliği olan bir metne değer bile katabilir. Buradaki sorun bu sahnelerin, hikâyenin kendi derinliğini ortaya koyan sahnelerin çok önüne geçmesinde düğümleniyor.
Böylece üçüncü eleştiri noktamıza, yani kitabın, kahramanın düşünsel ve ruhsal dünyasına kapı aralamayan yüzeysel anlatımına gelmiş bulunuyoruz.
Kahramanlardan yalnızca ikisinin belirgin bir karakter özelliği olduğunu daha önce vurgulamıştık. Melisa’ya daha yakından bakalım. Melisa çocuklar içerisinde en korkağı. Kaygıları çocukça merakının önüne geçtiği için başta diğer çocuklarla birlikte bahçeli evi keşfe çıkmaktan bile geri duruyor.
Melisa’nın sözünü ettiğimiz tutumu/karakter özelliği, dört bir yandan denetim altında tutulan, hayat deneyimi sıfıra yakın, öz güveni gelişmemiş , zengin aileye mensup apartman çocuğu tipolojisine oldukça uygun ve kendi içinde tutarlı.
Keşke yazar onun bu karakter özelliğini resmederken aynı ölçüde tutarlı ve mantıklı olabilseydi. Ama on yaşındaki bir çocuğun bir resme bakıp “Ama bu bir sanat eseri,”(s.37)  dedikten sonra, resimdeki öğeleri tek bakışta değil adım adım keşfetmesi hiç sahici değil:  “İlk gördükleri babaannenin silueti oldu. Babaannenin birkaç adım sonra canavara dönüştüğünü görünce birbirlerine korkuyla baktılar. ‘Galiba devam edemeyeceğim,” dedi Melisa. (…) Resme gömüldüler. Masanın üzerinden bir şey alan babaannenin torununa doğru ilerlediğini ve ona yaklaşınca elindekini kaldırıp saplayacakmış gibi yaptığını gördüler. ” (s. 38)
Böyle okuyunca insan, yazar bir resimden değil, bir kitaptan söz ediyor duygusuna kapılıyor ister istemez. Bari Kunduz’a resim yerine çizgi roman çizdirseydi ve bu sorunu kolayından çözseydi de demeden edemiyor.
Ama Melisa’ya dönelim. Kız bu sahneyi gördükten sonra çığlık çığlığa ortalığı birbirine katıyor.  Batu ona daha sonra okulun koridorunda rastlayınca iki arkadaşının kolunda zar zor yürüyor. Öğretmeni/bakıcısı Bayan Tischbein tarafından okuldan erken alınmasını gerektirecek kadar harap halde olmasına rağmen, Batu’ya laf sokuşturma gücü yine de buluyor: “Sinirle Batu’ya bakan Melisa. ‘Seninle serviste görüşeceğiz,’ dedi. ‘İyi misin Melisa?’/ ‘Çok iyiyim Batu, sen nasılsın canım?’ dedi imalı bir şekilde Melisa. “ (s. 39) Batu onu okul bitiminde evde ziyaret edince ise korkudan hasta halde yatakta yatıyor. Bunca korkmuş bir çocuktan panik içinde laflar etmesi beklenir, doğallığında. Oysa Melisa gayet mantıklı açıklamalarda bulunuyor: “Bilmiyorum Batu. Kendi gördüklerimi de biliyorum. O evde çok acayip şeyler dönüyor ve bizim çözeceğimiz bir iş değil bu. Ben annemlere söylemekten yanayım.” (s.40)
Kısacası Melisa’nın korkaklığı gerçekçi, ama davranışları hiç sahici değil. Kurgusal bir edebiyat eserinden gerçekçilikle karıştırılmaması gereken iç tutarlılık ve sahicilik beklediğimizi daha önceki eleştiri yazılarımızda da vurgulamıştık. Öyle ya, bu faktörler çocuk okurun bir öyküye girmesini büyük ölçüde belirleyebiliyor. 'Gizemli evin sırrını çözen bir grup çocuk' kurgusunu kullanan sayısız kitaptan bazılarının neden çok başarılı, bazılarınsa neden çok vasat olduğu sorusu da, büyük ölçüde buna (ve kitabın diline) bağlı.  
Kurgudaki düğüm noktalarının hep kolaycı çözümlerle aşıldığı, kitabın macera ve heyecan boyutunun, yaratıcılıktan uzak, çok kullanılmış, çok bildik olaylarla (eve sızmaya çalışan çocukların kedi ve köpekleri uzaklaştırmak için bahçeye et atmaları, anne-babayı atlatmak için ses taklidine başvurmaları, pencereden içeri gözetlemek için daha sonra yıkılan bir insan kulesi yapmaları vb.) ya da basit 'durum komedisi' sahneleriyle ayakta tutulmaya çalışıldığı, en önemlisi de ana karakterlerinin sahici bir derinlik kazanamadığı Çarpık Ev,  ne yazık ki vasat sınıfına girmekten kurtulamıyor. Tabii bunda yazarın akıcı olmakla beraber okurda iz bırakmayan, kitabın başında daha özenli iken, giderek zayıflayan üslubu de rol oynuyor. 

Bize de, Türkiye çocuk edebiyatına renk ve derinlik getirebilecek güçlü ve özgün bir fikrin büyük ölçüde heba edildiğini saptamak kalıyor. 

Not: Yazılardaki vurgular bize ait.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder