1 Eylül 2012 Cumartesi

KÖPRÜ KİTAPLAR DİZİSİ ya da bir hayal köprüsüyle yaratılan yanlış algılar…


Kitedit olarak ilk eleştiri yazımızı Köprü Kitaplar dizisine ayırmayı kararlaştırdığımızda zoru seçtiğimizin farkındaydık.
Zordu, çünkü Köprü Kitaplar editörüyle (tanınmış edebiyat eleştirmeni Semih Gümüş), yazarlarıyla (çağdaş Türkiye edebiyatında usta kabul edilen, ya da yakın zamanda dikkat çeken kalemler),  yayıneviyle (çocuk ve gençlik edebiyatında uzman diye bilinen Günışığı Kitaplığı) ve ödülüyle (2010 Memet Fuat Yayıncılık Ödülü) son derece iddialı bir dizi. Geçtiğimiz haftalarda 14. kitabına ulaşan Köprü Kitaplar’ın medya ve eğitimciler tarafından çok olumlu karşılanması da büyük ölçüde buna, yani editörü, yazarları, yayınevi ve ödülüyle şimdiden amacına ulaşmış, niteliği tescil edilmiş bir dizi sayılmasına dayanıyor.
Keşke gerçekten de öyle olsa. Keşke Semih Gümüş’ün editörlüğü, Günışığı Kitaplığı’nın yayıncılığı, seçilen yazarların kendi alanlarındaki ustalığı ve kazanılan Memet Fuat Yayıncılık Ödülü gençleri edebiyata yakınlaştırmanın anahtarı olsa. Keşke gençlerin edebiyat okuru olabilmeleri için ihtiyaç duydukları üslup, konular, kurgular ve tempo göz önüne alınarak seçilen kitaplardan oluşan bu dizi vaadini kolayından yerine getirebilse.
Getiremiyor ama! Köprü Kitaplar dizisi ne gençleri edebiyata yakınlaştırıyor, ne de gençlerin edebiyat okuru olabilmeleri için ihtiyaç duydukları üslup, konular, kurgular ve tempo bakımından isabetli kitaplardan oluşuyor.

İşte, Kitedit olarak zoru seçtik derken, tam da bunu, yani blog hayatımızın en başında, daha ilk edebiyat yazımızda eleştiri oklarımızı, neredeyse herkesin büyük bir yayıncılık başarısı ya da önemli bir ihtiyacın karşılanması olarak alkışladığı bir diziye çevirmeyi kast ettik.

Eh, köprüyü geçinceye dek ayıya dayı demek Kitedit’in işi değil. Hele de, bir ucunda kitapların öteki ucunda okurların durduğu söylenen bu köprü gençleri edebiyatla buluşturmaktan onca uzakken.
Uzak olduğunu nereden mi çıkarıyoruz? Pat diye ortaya attığımız iddiamızı, tek tek kitaplara eğilerek temellendirmemiz gerektiği açık. Ancak buna geçmeden önce diziyi bir bütün olarak ele alalım.

Dizinin temel özelliklerinden biri, kitapların bir kısmının verimini esas olarak yetişkin edebiyatı alanında sürdüren/sürdürmüş olan çağdaş Türkiyeli yazarların eserleri arasından seçilmiş, bazılarınınsa özellikle bu dizi için yazılmış olmalarıdır.

Karmaşa da burada başlıyor. Kültürel varlığımızın bir parçası olan çağdaş Türkiye edebiyatı içerisinden genç okurun merakını uyandıracak kitaplar seçmek, bu yolla çocuk ve gençlerimizi Fakir Baykurt, Necati Tosuner, Ömer Seyfettin, Oktay Akbal gibi usta yazarlarla tanıştırmak, ilgilerini genel olarak çağdaş Türkiye edebiyatına çekmek bir şeydir. Çağdaş Türkiye edebiyatında Turgay Fişekçi gibi şiirleriyle, Necati Güngör, Osman Şahin ve Behçet Çelik gibi öyküleriyle, Müge İplikçi gibi özellikle kadınların konum ve ilişkilerini ele aldığı kitaplarla tanınan yazarları, gençleri edebiyata yakınlaştırmak için bu diziye çocuk ya da gençlik romanı yazmaya davet etmek başka bir şeydir.

İlki somut ve anlaşılır bir amaca hizmet eder. Belki edebiyat okuru olmak için illa (hele de genç yaşta) çağdaş Türkiye edebiyatından eserler okumak gerekmez, tıpkı klasikler okumak gerekmediği gibi. Ama çağdaş Türkiye edebiyatının temel eser ve yazarlarının bilinmesi/okunması kültürel varlığımızın gelecek kuşaklarla buluşması açısından önem taşıyor, tıpkı Türkiye ya da dünya klasiklerinin okunmasının evrensel kültürel mirasın korunması açısından önem taşıdığı gibi. Yani klasik ve çağdaş, yerel ve evrensel yazın karşı karşıya konulamaz.
Ne yazık ki Köprü Kitaplar dizisinin yayıncıları, önce genç kâşifleri, edebiyatın sonsuz yollarında unutulmaz keşif gezilerine davet ediyor, ardındansa özellikle, okumak zorunda kaldığı “klasik” yapıtlardan bunalıp, her türlü kitaptan soğuduğunu sanan çocukları, gençleri ve her yaştan okuru, hedeflediğini açıklıyor ve onları çağdaş edebiyatımızın unutulmaz tatlarıyla buluşturmayı vaat ediyor. Sanki klasik yapıtlar unutulmaz tatlar barındırmıyormuş gibi. Sanki klasikler arasında, gençlerin edebiyat okuru olabilmeleri için ihtiyaç duydukları üslup, konular, kurgular ve tempoya sahip yapıtlar bulunamazmış gibi.

Kısacası Köprü Kitaplar dizisi, bir yandan seçtiği bir bölüm kitapla doğru bir amaca (genç okuru çağdaş Türkiye edebiyatında iz bırakmış eser ve yazarlarla buluşturmak) hizmet etmeye çalışırken, öte yandan çağdaş Türkiye edebiyatından yapıtları klasik yapıtların karşısına koyarak yanlış bir algıyı derinleştiriyor. Çünkü gençlerin klasik yapıtlar okumaması gerektiği, klasiklerin gençleri bunalttığı ve okumaktan, edebiyattan soğuttuğu algısı yanlıştır! İster eğitimciyi, ister anne babayı, ister yayıncıyı temsil edelim, toplum olarak genç kuşağın klasiklerle (yalnızca edebiyat alanında da değil, resimden müziğe tüm sanat dallarında) buluşmasını istememiz tümüyle meşru bir kaygıdır. Belirleyici olan bu işin nasılıdır. Ne var ki, bu işin nasılı yazımızın çerçevesini aşacağı için, şimdilik yalnızca, zorlama ve dayatma yerine seçme ve deneme özgürlüğüne (ve bu özgürlüğü olanaklı kılan özendirici seçeneklerin herkesçe rahat ulaşılabilir olmasına) vurgu yapmakla yetinelim.
Sonra da yüzümüzü tekrar Köprü Kitaplar’a dönelim ve dikkatimizi bu kez, dizide yer alan ikinci gruptaki kitaplara, yani bizzat bu dizi için kaleme alınmış romanlara yöneltelim. Sahi, 20 yıldır yalnızca çocuk ve gençlik edebiyatı yapmakla övünen bir yayınevi neden çocukla edebiyat arasında, gençle edebiyat arasında köprüler kurmak, yeni yetişeni bu engin denizde keşfe çıkarmak ideali için o güne kadar çocuk ve gençlik edebiyatıyla pek bir ilişkisi bulunmayan, bu alana giren kitapları eleştirilerine genelde konu etmeyen Semih Gümüş’le bu hayalin büyüsünde, verimini esas olarak yetişkin alanında sürdüren yazarların kitaplarından bir seçki oluşturmak için Köprü Kitaplar’da buluşsun? Çocuk ve gençlik edebiyatında uzman olduğunu ileri süren bir yayınevi neden edebiyata emek veren, hayat veren ustalar, peş peşe bu dizi için yeni kitaplar yazmak üzere kolları sıvadılar; bir heyecan, bir heves sardı hepimizi desin?

Ya da tersinden soralım, bunu neden demesin? Çünkü yine yanlış bir algı yaratılıyor. Sözü edilen yazarlar çocuk ve gençlik edebiyatına emek veren, hayat veren ustalar olsalardı diziye alınan şu ya da bu kitabın edebi değer taşıyıp taşımadığı ya da hedeflediği okur kitlesinin ihtiyaçlarına/arayışlarına denk düşüp düşmediği üzerinde durmakla yetinebilirdik.
Öyle değil ama! Köprü Kitapları dizisini yayınlayanlar zaman zaman bu dizinin gençleri çağdaş Türkiye edebiyatına yakınlaştırmayı hedeflediğini ifade etmekle birlikte, amaçlarını bununla sınırlandırmıyorlar. Birçok yazı ve açıklamalarında bu dizinin hedefi, gençle edebiyat arasında köprüler kurmak, çocuk ve gençleri edebiyata yakınlaştırmak olarak tanımlanıyor. Sanki çocuk ve gençlik edebiyatı edebiyat değilmiş gibi, sanki 20 yıldır onlara kitap yazan çocuk ve gençlik kitapları yazarlarının eserleri böyle bir köprü işlevi görmüyormuş gibi.

Yoksa çocuk ve gençlik edebiyatı yok mu? Yoksa çocuk ve gençlik edebiyatı, hedef kitlesini edebiyata yakınlaştırmak/edebiyatla buluşturmakta yetersiz mi? Yoksa çağdaş Türkiye edebiyatının yetişkinler için yazan yazarları bu alana el atması ve çocuk ve gençlik edebiyatını kurtarması mı gerekiyor?
Günışığı Kitaplığı editörlüğünün bu soruların hiçbirine evet diye yanıt vereceğini sanmıyoruz. Aksine, onlar tersini iddia edecek ve bugüne kadar Zeynep Cemali’den Behiç Ak’a çocuk edebiyatının bir çok ustasıyla çalıştıklarını, onların eserlerinin çocuk ve gençleri edebiyatla buluşturmakta çok başarılı olduğunu söyleyeceklerdir.

Akıllarına, “bu, bir yetişkin kitabı yazarının çocuk ve gençlik kitapları yazamayacağı, bu alanda başarılı olamayacağı ve onun kitaplarını basmayacağımız anlamına gelmiyor ama,” diye eklemek de gelebilir. Ki asıl söylemeleri gereken de budur. Tabii ki isteyen her yetişkin kitabı yazarı çocuk ve gençlik edebiyatı da yazabilir, çok başarılı eserler verebilir ve bu eserlerin yayınlanması özelde çocuk ve gençlik edebiyatına genelde de ülke edebiyatına değerli bir katkı anlamına gelebilir. Günışığı Kitaplığı’nın Necati Tosuner’in, Necati Güngör’ün, Nihat Ziyalan’ın, Müge İplikçi’nin çocuk ve gençler için yazdığı kitaplara programında yer vermesinde bu açıdan eleştirilecek herhangi bir yan yok.
Eleştirdiğimiz şey, hedefi gençle edebiyat arasında köprüler kurmak olan bir diziye, verimini esas olarak çocuk ve gençlik edebiyatı alanında sürdüren tek bir çağdaş yazarın yer almamasıdır. Eleştirdiğimiz şey, bu dizide, çağdaş Türkiye edebiyatında derin izler bırakırken çocuk ve gençlik edebiyatına hep özel bir önem veren Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi daha birçok ismin bulunmamasıdır. Eleştirdiğimiz şey, bu tercihlerle çocuk ve gençlik edebiyatını yücelten ya da Günışığı Kitaplığı Yayın Yönetmeni Müren Beykan’ın deyimiyle “yüreklendiren” bir algının değil, onu zayıf ve yetersiz gösteren bir algının yaratılmasıdır.

Elbette tanınmış yetişkin edebiyatı yazarlarının çocuk ve gençlik kitaplarından oluşan bir diziye omuz vermesi, bu diziye özel kitap yazmasının da olumlu sayılabilen bir mesajı var. Çocuk ve gençlik edebiyatını küçümseyen kesimlere bir edebiyatçı olarak karşı durmak, çocuk ve gençlik edebiyatını ciddiye aldığını göstermek olarak okunabilen bir mesajdır bu. Ama bu mesaj esas olarak yetişkinlere dönüktür ve çocuk ve gençleri edebiyatla buluşturmakla gerçekte bir ilgisi yoktur.

Kaldı ki, hem bu mesajın yerini bulması, hem de sözü edilen kitapların çocuk ve gençlerle gerçekten buluşabilmesi için bu aynı eserlerin bazı nitelikler taşımaları gerekiyor. Edebi olarak zayıf, kurgu bakımından birçok yönden aksayan, üslubu ya da konuları işleyiş biçimi hedeflenen okur kitlesine uygun olmayan bir kitapla karşılaşan bir çocuk ya da genç ne yapar? Sıkılıp kitabı kenara koyar. Peki ya bu kitap ona, genelde karşılaştığı çocuk ve gençlik kitaplarından farklı olarak, onu edebiyata yakınlaştıran bir köprü olarak empoze ediliyorsa? Kötü ihtimalle bir bütün olarak edebiyatla, iyi ihtimalle öyle bir edebiyatla buluşmak istemediğini düşünür, herhalde.
Ya yetişkinler? Köprü Kitaplar dizisini coşkuyla alkışlayan öğretmenler, ebeveynler, medya? Onlar “sıradan” çocuk ve gençlik kitabı yazarlarından zaten beklemedikleri başarıyı (çocuk ve gençleri edebiyatla buluşturmak), edebiyata hayat veren kalemlerin, usta yazarların hiç gösteremediğini fark ettiklerinde (tabii fark edebilirlerse) nasıl bir sonuç çıkarır? Çocuk ve gençleri edebiyatla buluşturma çabasının boşuna olduğu, genç kuşağın umutsuz vaka olduğu sonucunu, tabii. 

Yoksa aralarında, Memet Fuat Yayıncılık Ödülü etiketinin süslediği kitapların kapaklarını açma, onları eleştirel bir gözle okuma, çocuk ve gençleri edebiyata yakınlaştırmak için gereken nitelikleri taşıyıp taşımadıklarını anlamaya çalışma,  ondan da önemlisi genel olarak edebi değerlerine bakma çabasına girenler de var mı?  
Varsa bile bugüne dek seslerini duymadık. Olumlu olumsuz yorumlarını okumadık. Karşılaştığımız hep yüzeysel övgüler, gerçek bir değerlendirme içermeyen tanıtım yazıları oldu.

Kitedit olarak işe Köprü Kitaplar dizisiyle başlama istememizin nedenlerinden biri de bu tuhaflık. Çünkü biz bu kitapların bir kısmını zamanında okuduk ve özellikle Köprü Kitaplar dizisi için yazılan çocuk ve gençlik romanlarının (en azından büyük çoğunluğunun) ne bu dizinin iddiasıyla örtüştüğünü, ne de çocuk ve gençlik edebiyatı içerisinde başarılı örnekler olarak değerlendirilebileceğini düşündük.
Bunu dillendirebilecek bir platformumuz yoktu o günlerde. Ama böyle bir platformun yaratılması gerektiği düşüncesiyle birlikte Köprü Kitaplar dizisini öncelikli olarak ele alma fikri de şekillendi. Tabii ciddi bir eleştiri yazısı için diziyi oluşturan tüm kitaplara ulaşmak, hepsini (bazılarını tekrar, bazılarını ilk defa) okumak gerekti. Bu hesapladığımızdan daha uzun bir zaman aldı ve ilk eleştiri yazımızın gecikmesine yol açtı.

Ama şimdi hazır olduğumuza göre Köprü Kitaplar dizisi için yazılan romanların birkaçına daha yakından eğilerek, savlarımızı somut örneklerle temellendirebiliriz.

Yeşil Tatil  üzerine

Çağdaş şairlerimizden Turgay Fişekçi’nin Köprü Kitaplar için yazdığı Yeşil Tatil adlı gençlik romanıyla başlayalım. Roman şehirli genç Kerem’in köyden kente yeni gelmiş yaşıtı Hasan’la arkadaşlık kurmasıyla başlıyor. Kerem’in Hasan ve ailesiyle birlikte onun köyüne bir geziye çıkmasıyla sürüyor ve gezmenin tadına varan Kerem’in gezi günlüğüyle devam ediyor. Ortada başkaca bir kurgu, ya da olay zinciri yok. Koca romanda tek heyecan öğesi iki gencin ormanda rastladıkları ayının yanından ‘merhaba’ diyerek geçmeleri. Kerem ve Hasan karakterleri, biri kent biri köy kökenli olmaları dışında, boyutlanmıyor, renk ve içerik kazanmıyor. Kerem için söylenebilecek tek şey doğa, bilim ve genel kültür hakkında soru sormaya aşırı meraklı olduğu. Roman Kerem’in sorularıyla ilerliyor da denebilir: “Kerem, sonunda Hasan’ın köyününün nasıl bir yer olduğunu gerçekten merak edip sordu.” (s.21), “Peki, çağla neden badem ağacında yetişiyor, kendi ağacı yok mu?” (s.23), “Baksana, çınarlar ne kadar büyükmüş, değil mi?” (s.32), “Peki, uzakta Bursa göründüğüne göre, buralarda da şeftali ağaçları olması gerekmez mi?”,  “Bu bitkiler nedir?” (s. 33), “İsmail Amca, neden burada bu kadar çok dere var?”(s.40),  “Kuvayımilliye ne demek?” (s.45),  “Kerem dikkatle bakınca, toprağın kaldırılıp tersyüz edilmesiyle çıkan belli belirsiz buharı fark etti. ‘Burada ne yapacaksınız, İsmail Amca?” (s. 64).
Her soru doğal olarak bir açıklama getiriyor. Çoğu açıklamayı ise, bildiklerini gençlerle paylaşmaya çok hevesli olan emekli öğretmen İsmail Amca yapıyor. İsmail Amca uzun paragraflar boyu topraktan kopmanın insanlara yaramadığını, yapay gübrenin zararlarını, rüzgâr türbinlerinden elektrik üretmenin önemini, büyük işletmelerin insanı ve toprağı nasıl sömürdüklerini, kömürden, petrolden elde edilen elektriğin çevreyi nasıl sürekli kirlettiğini anlatıp, daha sayısız faydalı bilgi veriyor. Bu diyaloglar esas kurguya yedirilmediği, diğer bir anlatımla esas kurgu diye bir şey olmadığı için okur bir noktadan sonra iki genç kahraman sırf emekli öğretmen İsmail Amca’nın içindekileri dökmesi için yaratıldı fikrine kapılıyor.

Zaten iki gencin konuşmaları da canlı kanlı kahramanların düşünce ve duygu dünyasına nüfus ediyoruz duygusunu değil,  başöğretmenin gözüne girmeye çalışan iki örnek öğrenciyle karşı karşıya olduğumuz izlenimi uyandırıyor: “‘Bizimkiler hiç sormaz,’ dedi Hasan, ‘ama bilirler derslerimi düzenli çalıştığımı… Ben de bugüne dek onları üzecek bir şey yapmadım.’” (s.18), “’Çok teşekkür ederim, okuyacağım,’ diyerek kitabı çantasına koydu Kerem. Aslında o şiiri bulup yeniden yeniden okumak istiyordu; ama bilgisizliğinden utanmıştı, şiiri aramayı sonraya bıraktı.” (s.46), “Hasan, dolaştıkça, ‘Bak bu armut, bu elma, bu şeftali,’ diye sıralıyordu. (s.48), “’İyi ki o günlerde yaşamamışsınız, belki okula da gidemezdin,’ dedi Kerem.” (s.50), “Şaşırdım gerçekten. Hem elektriğin nasıl üretildiğini ilk kez gördüm, hem de böylesine teknik bir olayla bir köyde karşılaşmak ilginç geldi.” (s.51)
Kerem’e teknik bir olayla köyde karşılamak ilginç geldiyse, bize asıl ilginç gelen delikanlı yaşta iki çocuğun böyle konuşması. Sonuçta gençliğin sürekli yetişkinlerce faydalı görünen bilgiler, olgular hakkında konuşması görülmüş şey değil. Ne günümüzde ne geçmişte, ne köyde ne kentte…

Kurgu ve kahramanlar bakımından son derece zayıf olan roman köy gezisinin bitmesiyle pat diye sona eriyor. Oraya kitabın hacmini artırmak için eklenmiş gibi duran son 20 sayfaysa Kerem’in daha sonra çıktığı gezilerin notlarından oluşuyor. Bu gezi notlarının kitabın ilk kısımdaki hikaye ile edebi bir bağlantısı yok. Yazar burada kurgudan neredeyse tümden vazgeçip, vermek istediği bilgileri doğrudan Kerem’in notları üzerinden okura sunuyor.
Bize de Semih Gümüş’e sormak düşüyor: Hani, merakla okunan kitapların ayrıca öğretici olmasına gerek yoktu? Hani, çağdaş Türk edebiyatının usta yazarlarının yazdıklarından oluşan bir dizi kitap seçerken, elbette ilgi çekici kitaplar aramıştınız? Hani iyi yazılmış her edebiyat kitabı yeterince cömertti?

Öyleyse genç okurda merak uyandırmaktan bu kadar uzak, bu kadar didaktik bir kitabı neden bu diziye aldınız? Neden bu kitap okura yeterince cömert davranamıyor, yani onun üzerinde ne dil, ne konu, ne de kurgu açısından (sıkıntı bir yana) iz bırakamıyor? Yeterince iyi yazılmadığı için olmasın sakın?
Evet, açık açık söylemekte fayda var. Yeşil Tatil gençleri edebiyatla buluşturmak için yeterince iyi yazılmış bir roman değil. Hatta sıkıcı ve didaktik yapısıyla gençleri edebiyattan soğutma potansiyeli taşıyor.

Katuna’da Dokuz Ay üzerine

Ama dizi için kaleme alınan başka bir kitaba geçelim. Osman Şahin imzası taşıyan Katuna’da Dokuz Ay romanı yine editörü Semih Gümüş’ün sözleriyle “Köyün, köylülüğün, özellikle ülkenin doğusunda kapalı biçimde duran gerçekliği”ni işliyor ve “gerçek bir tanıklık”a dayanıyor. Tek başına bu özellikler bile bu romanı ilgi çekici yapmaya yetiyor.
Romanın en büyük zayıflığı, anlatıcı Selma’nın, onun gibi Mardin’e atanan gencecik öğretmenler olan diğer kahramanların dış görünüşlerini ve en belirgin karakteristik özelliklerini tarif ettikten sonra bizli anlatıma geçip, kendi dahil beş kızı tek ağızdan konuşturması. Kitaptaki diyalogların çoğu şunu şunu dedik, şunları şunları sorduk, şöyle şöyle yanıt verdik şeklinde sürüyor. Ortak konuşan beş genç kız neredeyse hep ortak davranıyor, hatta ortak hissediyor.  “Hepimizi tarifsiz bir keder ve sıkıntı sardı.” (s.25), “Bir an kendimizi aşağılanmış gibi hissettik.” (s.29), “Bunları gördüğümüz halde kızıp bağıramıyor, sesimizi yükseltemiyorduk. Çünkü Katunalılar’la aramız açılabilir diye çekiniyorduk.” (s.49), “Okulun açılacağı pazartesi gününü iple çektik.” (s.87), “Hazırlığımızı yeni bitirmiştik ki, korktuğumuz başımıza geldi;” (s. 126), “Ne yapacağımızı şaşırdık.” (s.147)

Roman, köy gerçekliğini, kahramanların karşılaştıkları olaylar ve yaşadıkları üzerinden okura renkli bir şekilde yansıtırken, kahramanların kendileri “idealist öğretmenler” kimliğiyle sınırlı kalıyor. Kitap bu öğretmen tipine belli bir inandırıcılık katmayı başarsa da, okur olarak ne Selma’yla, ne Tülay’la, ne de Emine, Zübeyde ya da Nebiye’yle gerçek anlamda tanışamıyoruz. “Köyü aydınlatmaya gelmiş idealist öğretmen”in ötesindeki insanla karşılaşamıyoruz. Bu kızların ruhlarına nüfus edemiyoruz. Bu da okurun, özellikle de genç okurun kendini onlarla özdeşleştirmesini ve kitabı yakın geçmişimize ait olayların aktarıldığı bir anlatı ya da öyküler bütünü olarak değil de, bir roman gibi okumasını zorlaştırıyor.
Romanın akışı içerisinde okurun karşısına mağarada yaşayan küçük çocuk Ali, genç kızlardan birine tutulan delikanlı Cafer, öğretmenlerin kaçmalarına yardım ettikleri genç aşıklar Livase ve Nihat gibi yan karakterler ve onlarla birlikte gelişen olaylar çıkıyor. Roman aslında her biri kendi başına öykü potansiyeli taşıyan bu kahraman ve olayların yan yana getirilmesinden oluşuyor. Halbuki bir roman kurgusu açısından asıl önemli olan bu olayları ustaca içiçe geçirmek, okurun merakını sürekli canlı tutacak mantıklı ve sürükleyici bir olaylar zinciri örmek. Bu açıdan bakıldığında Katuna’da Dokuz Ay toplumsal gerçekçi olarak değerlendirilebilecek ama zayıf bir roman. 

Yalancı Şahit üzerine

Ne yazık ki, toplumsal sorunlara duyarlılığı ile tanınan Müge İplikçi’nin Köprü Kitaplar dizisi için kaleme aldığı Yalancı Şahit romanının (böyle tanıtılsa da) toplumsal gerçekçi olduğunu söylemek bu kadar kolay değil. En azından gerçekçilik kısmı fena halde aksıyor. Osman Şahin Mardin’de geçen romanında hiç değilse gerçek bir coğrafyadan ve Kürtçe konuşan insanlardan söz ederken, Müge İplikçi genel olarak taş atan çocukları konu ediyor ve coğrafi bir ad ya da kültürel bir kimlik vermekten özenle kaçınıyor.
Gerçekte dünyanın neresinde çocuklar taş atıyorlarsa, bir ulusal sorun, bütün toplumu etkileyen, koca halkları harekete geçiren bir mücadele ya da savaş varken, Müge İplikçi’nin yarattığı çocuk kahramanlar taşlarını bir fabrikaya yöneltiyor. Toplumsal olarak görülen bir olgu değildir çocukların fabrika taşlamaları. Gidecek, bırakılacak yerleri olmadıkları için grevci anne babalarıyla grev çadırlarında oturan, işçi eylemine götürülen, anne babalarından etkilenip slogan atan çocuklar var, fabrika taşlayan çocuklar yok.

Müge İplikçi romanında yalnızca fabrika taşlayan çocukları değil, taş attıkları için cezaevine atılan çocukları ve bu çocukların gördüğü zulmü de anlatıyor. Türkiye’de taş attıkları için cezaevine atılan ve burada zulüm gören gerçek çocuklar var. Bunlar Kürt çocukları. Kürt hareketinin yasal ya da yasa dışı eylemlerine katılan çocuklar. Bu yüzden cezaevindeler ve bu yüzden zulüm görüyorlar. Müge İplikçi’nin Yalancı Şahit romanındaki çocukların Kürt olup olmadıklarını bilmiyoruz. Neden zulüm gördükleri de açık değil. Taş attıkları için mi, bir fabrikayı taşladıkları için mi? Cezaevi müdürü arazi peşinde kötü bir adam olduğu için mi? Cezaevi müdürü arazi peşinde kötü bir adam olmasaydı bu çocuklar zulüm görmeyecekler miydi?
Roman bu soruların hiçbirine açık bir yanıt vermediği, dahası işlediği ama gerçekçi bir şekilde aydınlatamadığı sorunların yanına bir de kot taşlama fabrikalarındaki sömürüyü ve meslek hastalığından ölen işçileri eklediği için okurun kafası ister istemez karışıyor.

Sahi, Yalancı Şahit’le sorun odaklı edebiyatın benzersiz bir örneğini verdiği söylenen Müge İplikçi tam olarak hangi konuyu işliyor? Semih Gümüş’ün roman için yazdığı önsöze bakalım:  Yalancı Şahit ise, bu kez ilkgençlik zamanlarının eşiğindeki çocukların başına gelen, kabul edilmesi olanaksız dramatik bir sorunla ilgili. Taş atan çocuklar, hayal edemeyecekleri suçlamalarla bir de hapishane duvarlarının ardına atılınca, gerçeklerin acımasız gücü karşısında nasıl ezilirler, bunu yazmak için büyük ustalık gerekir. Müge İplikçi, belki ilk anda irkiltebilecek bu gerçeği, çocuk edebiyatı için gerçek bir kazanım sayılması gereken ustalıklı dili ve yarattığı büyüleyici dünyayla, hayranlık uyandıracak biçimde yansıtıyor.
Bu (bize hayli karmaşık gelen) ifadelerden anlayabildiğimiz işlenen sorunun ilkgençlik zamanlarının eşiğindeki çocukların başına geldiği, kabul edilemez ve dramatik olduğu. Tabii, çocukların taş attığından ve bir de cezaevine atıldıklarından  da bahsediliyor. Galiba, biraz dolambaçlı da ortaya konulsa, asıl konu da bu yakıcı sorun. Taş attıkları için cezaevinde tutulan çocuklar.

Açık ki çocukların taş atmalarının gerçek nedenlerine hiç eğilmeyen bir roman, o çocukların neden tutuklandıklarını da, neden uzun süreler cezaevinde tutulduklarını da, neden zulüm gördüklerini de gerçekçi bir şekilde irdeleyemez. Kısacası, Yalancı Şahit’in fantastik bir kurgu üzerinde değil de, adı konmayan ama pekâlâ bizim bildiğimiz coğrafyalarda geçen bir roman olduğunu kabul etsek bile, toplumsal gerçeklere ustalıkla eğildiği söylenemez. Çekingenlik, muğlaklık ya da duygusallık ustalık değilse tabii.
Evet, Yalancı Şahit duygusal bir roman. Yazar çocukların cezaevine atılmalarına, orada tutulmalarına ve zulüm görmelerine yüreğinin el vermediğini açık bir şekilde romanına yansıtıyor. Ancak toplumsal gerçekçilik ile duygusallık birbirinden çok farklı şeyler. Bir şeye üzülmek ile o şeye adını koyma cesareti göstermek ve bu yolla bir karşı duruş sergilemek çok farklı şeyler olduğu gibi.

Ama romanın toplumsal duyarlılıklarını bir yana bırakıp edebi yönlerine gelelim. Yalancı Şahit bir gençlik romanı olarak kaleme alındı ve altıncı sınıfı bitirdikten sonra ekonomik nedenlerle okumaya devam edemeyen Yavuz adlı 12-13 yaşlarındaki bir çocuğu konu ediyor. Köylük yerde bölgenin sayılı fabrikalarından birinde çalışan yoksul bir işçi ailesinin çocuğunu, yani.
Şimdi onun düşünce dünyasına bir göz atalım: “Tuhaf olan şuydu ki, etrafımız bu kadar taşla çevrilmişken, kalbi taş olanlar biz değildik. Koğuştaki arkadaşlarımın bana anlattıkları hayatlarında ve sonrasında, duvara çizmemi istedikleri resimli öykülerinde görebildiğim tek şey vardı: Ne kadar da yufka yürekliydik. Bu yüreklerden kopan anıları ve bu anılarda eklenen hayallerle herkes anlattı, ben de çizdim.” (s.44), “İyi kötü günler geçiyordu geçmesine; özgürlüğün anlamını artık yitirmek üzereydik. Özgürlükten anladığımız tek şey, sokaklarda avarelik edip, sakız çiğneyip özgürce balon patlatmaktı.” (s.50), “Yeni gelenleri hemen açık görüşe bırakmıyorlardı; bir tür psikolojik cezaydı! Ancak altı hafta sonraki görüş gönünde Songül Abla’mı karşımda görünce –aramızda cam vardı, ama canlı ve oradaydı- sevincimi anlatacak kelime bulamadım.” (s.60), “Ranzamda hafifçe doğruldum. Zarfında GÖRÜLMÜŞTÜR damgası taşıyan o içli, ama sözcükleri saklayan mektup, Songül Abla’mın, yan yata yata sayfadan düştü düşecek çılgın harfleri eşliğinde devam ediyordu.” (s.70), “Belki de masumiyetin resmi gerçekten de çizilebilirdi…”(s.121)

Örneklerden (ki çoğaltılabilir) de rahatça görülebileceği gibi burada düşünen aslında 12-13 yaşlarındaki bir çocuk değil. Bir çocuğun özgürlükten anladığı tek şey sokaklarda avarelik edip, sakız çiğnemek olabilir. Ama bir çocuk bunu böyle ifade etmez. Bir çocuk yufka yürekli olabilir, ama “ne kadar da yufka yürekliydik” demez. Masumiyet bir çocuğun düşünce ve duygu dünyasını belki de en iyi tanımlayan sözcüklerden biridir, ama bir çocuk masumiyet tanımlaması yapmaz. Lafın kısası, yazar kendi daha doğrusu yetişkin ifade ve düşüncelerini kahramanına yüklerken, belki yine epey duygusal ama sahici olmayı başaramayan bir çocuk karakteri yaratıyor.   
Kitabın, cezaevindeki çocukların mahkeme oyunuyla hareket kazanan kurgusu da kimi noktada boşlukta kalıyor. Örneğin cezaevine sokulan fotoğraf makinesinin Evimevim karakteri tarafından nasıl dışarı ulaştırıldığı sorusunun yanıtı yok romanda. Cezaevine gizlice bir şeyin sokulup çıkarılmasının ne denli güç olduğu (hele de o şey cezaevi yönetimini zorda bırakabilecekse) herkesçe bilinen ve bu roman için de özellikle önemli bir olguyken, fotoğraf makinesi olayında küçük tutuklu bir kızın kararlılığına vurgu yapmakla yetinmek okuru ikna edemiyor.

Kuşkusuz, bir romanda kurgu içerisinde beliren her sorunun yanıtı da olacak diye bir kural yok.  Ama toplam kurgu için kilit önemdeki bir olayın (cezaevindeki çocuklar için kamuoyu yaratılması bu fotoğraf makinesi üzerinden gerçekleşiyor) açıkta kalması ya da yüzeysel bir şekilde geçiştirilmesi romanın sahiciliğinde ciddi gediklere yol açabiliyor.
Toparlayacaksak, yazarın ustalıklı dili ve hayranlık uyandıran kurgusuyla hem gençleri hem yetişkinleri ağır sorunlarla yüzleşmeye davet ettiği ve toplumsal yaşamın acıtıcı olduğu kadar güncel gerçeklerini gözler önüne seren bir romandan beklediklerimiz ile Yalancı Şahit’in genç okura sundukları birbiriyle örtüşmüyor.

Buradan yine başa dönüp, Köprü Kitaplar için yazılan çoğu kitabın Köprü Kitaplar dizinin büyük iddiasıyla örtüşmediği savımızı tekrarlayabiliriz. İlerde bu dizide yer alan kitaplara eleştiri yazılarımızda yeniden yer vereceğiz. Ancak şimdilik bu yazının sınırına ulaştığını düşünüyoruz.
Belki bir noktayı eklemekte fayda var. Eleştirdiğimiz kitapların Köprü Kitaplar dizisinin iddiasıyla uyuşmaması o kitapların yazarlarının sorumluluğundan çok, dizi editörünün ve onu yayına hazırlayanın sorumluluğundadır. Daha önce de vurguladığımız gibi çağdaş Türkiye edebiyatına emek veren yazarların çocuk ya da gençlik romanı yazmalarında yadırganacak hiçbir şey yoktur. Ama onlara, bu yeni alana adım atarken yol gösterecek, çocuk ve gençlik edebiyatının incelikleri konusunda ışık tutacak olan editör ve yayıncıdır (özellikle de aynı editör ve yayıncı söz konusu yazarları bu adımı atmaya özendirmişse).  Yine, edebi olarak güçlü eserleri öyle olmayan eserlerden ayırt edecek, yapıtların zayıf yönlerini henüz düzeltilebilecekken fark edecek ve yazara gereken ipuçları verecek olan da editör ve yayına hazırlayandır. Bunları yapma başarısı gösteremeyen, dahası zayıf yönleri düzeltilemeyecek denli öne çıkan yapıtları ( tanınan bir yazara ait olduğu için ya da başka kaygılarla) eleme cesareti gösteremeyen editör ya da yayıncılar, en az bu yapıtların yazarları kadar, hatta daha fazla eleştirilmeyi hak ediyorlar.

Tabii onların da söyleyecekleri sözleri vardır. Yanıtlarını, açıklamalarını merakla bekliyoruz.

Not: Yazıda kalın verilen vurgular, Günışığı Kitaplığı’nın resmi web sitesinden, basın açıklamalarından, Köprü Kitaplar dizisi hakkında Günışığı Kitaplığı çalışanlarının kaleminden basında çıkan yazılardan ya da kitapların önsözlerinden alınmıştır.

3 yorum:

  1. Merhaba,
    Bloğunuza e-posta adresime düşen tanıtım yazınız yoluyla eriştim. Son dönemde benzerlerine pek sık rastlanan (amaçları edebiyat kritiğinden çok reklam-pazarlama ya da ücretsiz kitap edinme olan); bilindik içi-boş bir "blog" ile karşı karşıya olduğumu düşündüm ilk başta. Ancak bloğunuzun amaç yazısı ve bu ilk eleştiri yazınızı hızlıca okuduğumda yanıldığımı kavradım.

    Öncelikle çabanız için teşekkür ve ilerisi için başarı dileklerimi iletmek istedim. Dahası, belki (tam olarak yazı kabul şartlarınızı bilmemekle birlikte) ileride kendimce karaladığım bir kaç eleştiri notunu sizinle paylaşmak isteyebilirim.

    Her iki yazınızda da (blog giriş yazınız ve "Köprü Kitaplar" yazınız) belirttiğiniz üzere, zorlu bir işe kalkışmış bulunuyorsunuz. Edebiyat eleştirisi (ya da bu genel başlığın altında detaylandırabileceğimiz şiir, roman, hikaye kritiği) ülkemizde, zayıf da olsa bir geleneğe sahip. Büyük ulusal gazetelerimizin pek çoğu kitap ekleriyle beraber, alanında eni konu isim yapmış pek çok edebiyat eleştirmenini bünyelerinde barındırıyorlar. Bunların yanı sıra Semih Gümüş gibi bazı değerli edebiyatçılarımız, Notos gibi yayınladıkları periyodik yayınlarla farklı bir kulvardan da bu alana katkılarını sunuyorlar.

    Ancak genel bir başlık olarak sunduğum bu "edebiyat eleştirisi" alanı, büyük ölçüde çocuk-gençlik yayınları alanını kapsamıyor. Dahası, bana göre kapsadığı kadarıyla da ciddi amaç-yöntem arazlarıyla malül.

    Son yıllarda "yükselen değer" haline gelen çocuk-genç yayıncılığı ciddi bir "ticari rekabet" alanına dönüşmüş bulunuyor. 2011 İstanbul Kitap Fuarı'nda büyük yayınevlerimizden birinin yöneticisi bu durumu şöyle özetlemişti bana: "2011'in tamamında yetişkinler için yayınladığımız kitapların toplamında zarar ettik. Ancak çocuk-genç kitaplarımız yayınevine ciddi gelir getirdiler. Bu alana daha yoğun ve sistemli yöneleceğiz artık."

    İsmini ve çalıştığı yayınevini ne yazık ki söyleyemeyeceğim (iş yerinde sıkıntı yaşamasını ya da gereksiz tartışmalara muhattap olmasını istemem) bu arkadaşımın ifadesi; aslında son yıllarda gözleyegeldiğim bir duruma ışık tutuyordu. Bir yanıyla sevindirici bulduğum (çocuk ve gençlere edebiyat sevgisi aşılamak, onları okumaya sevketmek gibi ulvi amaçlar söz konusuydu) bu gelişme, işin "ticari rekabet" yanını düşündükçe içimi karartan bir soru işaretine dönüşüyordu.

    Nitekim; yayınevleri piyasasını az çok takip eden herkes, pek çok yeni genç-çocuk yayınevinin (ya da zaten var olan yayınevlerinin bu alana dönük yeni kurulan seksiyonlarının) sayıca hızlı artışını gözlemleyebilir.
    ...Ya da ulusal gazetelerin kitap eklerinden (ya da "çocuk" eklerinden); tanıtılan çocuk-genç kitabı sayısındaki artışı ve en önemlisi yayınevlerinin bu kitapları için verdiği koca koca ilanları gözlemleyebilir.
    ...Dahası; çocuk-genç kiabı "tanıtım yazıları" (lütfen dikkat "eleştiri" değil tanıtım yazısı) ile ilan verme oranları arasındaki paralelliği farketmek bile çok zor değildir.
    ..Hatta, dikkatli bir okur, gazete köşelerine "tanıtım" yazısı yazan pek çok ismin; zamanla tanıtımını yaptığı kitapların yayınevlerinden kitap yayınlamaya başladıklarını bile farkedebilir.

    Yani, daha şimdiden ilan vermeye, kitabını yayınlatmaya, hatır-gönül ilişkilerine vb. "edebiyat dışı" faktörlere dayanan bir ilişki ile zedelenmiş durumdadır "çocuk-genç yayıncılığı eleştirisi" işi. Çünkü "ticari çıkar" ve "kişisel beklentiler" ikilisinin hakim olduğu "tanıtım" - "eleştiri" literatürü güvenirliğini daha baştan yitirmiş demektir.

    Bloğunuz umarım bahsettiğim bu olumsuz tabloya isyanın ilk adımlarından biri olur. Çünkü sadece ilan verebilenlerin ya da etkili/yetkili isimlerle tanışıklığı olanların borusunu öttürdüğü, "başarılı" addedildiği bir çocuk-genç yayıncılığı alanı yarardan çok zarar getirecektir.

    Zorlu uğraşınızda başarılar...

    YanıtlaSil
  2. Mehmet Fuat değil, Memet Fuat.

    YanıtlaSil
  3. Uyarınız için çok teşekkürler, haklısınız Memet Fuat olmalı. Gözümüzden kaçan bu tashih hatasını hemen düzeltiyoruz...

    YanıtlaSil